28 Mart 2008 Cuma

KİM


Büyükçekmece İlçesine bağlı Tepecik Beldesi ile Mimarsinan Beldesine bağlı Muratçeşme (Ceylan çiftliği) mahallesi arasına geçtiğimiz sonbahar mevsiminde çift şeritli bir yol açıldı. Bu yolun önemi, yeni yapılmakta olan Taşıt Muayene İstasyonu’na E 5 Karayolunun bağlanması.

Yol açıldı. Taşıtlar gidip gelmeye başladı. Aradan bir ay geçmeden yolda çatlamalar, aşağı çökmeler başladı. Yol şimdileri öyle bir hal aldı ki sormayın. Sürücülerin çukurlara düşmemesi için cambaz olması gerekiyor. Alt yapısı yapıldı. Doğalgaz boruları, elektrik ve su boruları geçti. Bunların bazılarının kapak kısımları ya açık ya da çökmüş durumda. Bunların çukurların içine sürücüler düştüklerinde hasarların olacağı gerçek. Bilhassa yağmurlu havalarda buralardan geçmek taşıtlar için çok tehlike.

Acaba diyorum, taşıtların uğradığı ya da uğrayacağı zararları yetkililer karşılayacak mı ? İkinci yol açılırken tarlalar yarılarak yol oluşturuldu. Toprağın sıkıştırılması yapılmadı. Toprak tam oturmadan yol asfaltlandı ve çökmeler bu sebepten oldu. Bu yaz Taşıt Muayene İstasyonu’nun açılacağı söyleniyor. Çok işlek bir yol olacak. Böyle giderse aracının bakımını yaptırıp, muayeneye getirecek sürücüler, işini bitirmeden tekrar tamirciye gitmek durumunda olacaklardır.

İlgililer bu yazıyı okurlarsa gidip gerçeği göreceklerdir.

Ayrıca tüm yolun geçtiği yerler istimlak edildiği halde sadece bir evin bahçesi yıkılamadı. Burada sol şeride geçen sürücüler tekrar bir çukurla karşılaşıyorlar. Geçenlerin uyanık olması gerekiyor.

Bu olaydaki sorumlular kim ve onlar hakkında yetkililer ne düşünüyor.

5 Mart 2008 Çarşamba

Hepimiz Fenerbahçeliyiz

Dün akşam ki almış olduğu anlamlı sonuçtan sonra sadece Fener’liler değil, ben BJK’li ve diğer takım taraftarları da gurur duydu. Şunu baştan belirteyim, Fener’in dışında bir takım aynı başarıyı yakalasaydı Fener taraftarları pek sevinmezdi.
Maçın başında yenen şok gol hepimizi üzdü. İnebolu’dan kayınbiraderim Sacit aradı. Durumun pek iç açıcı olmadığını, böyle devam ederse BJK’nin Liverpool önünde aldığı sonuca benzer bir sonuca ulaşacağını söylerken ikinci gol geldi. Şok devam ediyordu. Bilmiyorum kayınbirader maçı izledi mi. Ama maç sonunda oğlu Aydın’ın ağzı kulaklarına varıyordu hepimiz gibi.
Deivid’in golü bizleri ümitlendirdi. Yediğimiz üçüncü gol ise ümitlerimizin yavaş yavaş tükenmeye doğru gittiğini hissetmeye başladık. Fark yiyeceğimizi düşünürken takımda bir hızlanma, canla başla çalışmalar, ataklar çoğaldı. Devreye yine Deivid girdi. Attığı o gol hepimizi sevince boğdu. Sanki galip durumda imişiz gibiydik. Doksan dakikanın bitmesini sabırsızlıkla bekliyorduk. Bu arada oyuncular görevlerini en iyi şekilde yapmaya çalışıyorlardı. Ben en çok Gökhan ve Uğur’u beğendim. Karşı taraftaki oyuncuların tüm numaralarını etkisiz hale getirdiler.
Penaltı atışlarında yüreğimiz hep ağzımızdaydı. Volkan’ın devleşmesi bize çeyrek finali getirdi. Sağ olun Fenerli oyuncular. Türkiyeli olarak, Türk ulusu olarak, Türk olarak bizlere bu mutluluğu yaşattınız. Bir Beşiktaşlı olarak gurur duydum. Daha yukarılara çıkmanız dileğiyle başarılarınızın devamını dilerim.

21 Şubat 2008 Perşembe

Öğretmen Niçin Döver?

Her yıl yazılı ve görsel basında manşetlere çıkarılan en önemli haber, öğrencilerin dövülmesi. Öğrencinin yüzünde bir kızartı, vücudunda bir morartı sık sık gösterilir izleyicilere. Veli, doktora gider, rapor alır. Öğretmen hakkında idari ve bazen de adli soruşturma açılır.

Bilmem hiç düşündünüz mü “Niçin bu dövme olaylar meydana geliyor?” diye. Sanırım olaya hep veli gözü ile bakılıyor. Çocuk masum, öğretmen canavar. Bir de olayı öğretmenin gözü ile bakmakta yarar vardır sanırım.

Öğretmen derse girer, öğrenciler ayağa kalkar. Bazıları öğretmenin gözüne bakar, derse, bilgiye açtır. Bazıları ise umurunda değildir, hiç aldırış etmez. Öğretmen derse girmiş girmemiş hiç fark etmez. Kendi hallerindedirler. Birbirleriyle itişir, kakışırlar, diğerleri oturdukları halde onlar kendi dünyalarındadırlar. İkinci, üçüncü uyarılarda otururlar. Öğretmen, yapılacak çalışmalar hakkında açıklama yapar. Gerçekten öğrenmek isteyen öğrenciler sessizce dinlerken o kural tanımaz grup yine kendi hallerindedirler. Konuşmalar, itişip kakışmalar…. Öğretmenin uyarıları yine havada kalır. Üstelik “Bir şey yapmadıklarını” söyleyerek alaycı bir tavır takınırlar. Verdiğin, vereceğin öğütler işe yaramaz. Derse başlarsın, onlar hala kendi hallerindedirler. Ne öğretmen, ne de öğrenciler derse tam konsantre olamazlar.

Okul idaresi ile konuşursun öğretmen olarak öğrencilerin durumunu. Müdür yada Müdür yardımcısı öğrenciyi çağırır, konuşurlar, bir şey değişmez. Bir şey yapmadıklarını söylerler. Velisini getirmesini isterler, öğrenci velisine söylemez. Çoklarının anne babası çalıştığı için ulaşılamaz. Ulaştığında bile izin alıp gelemez. Geldiği zaman, velini tek savunması “Biz çalışırken onlar başıboş kalıyorlar. Bir şey yapamıyoruz ilgilenemiyoruz” diyorlar. “Bunların anası da babası da sizsiniz” diyerek işin içinden çıkmaya çalışıyorlar. Sorumluluğu öğretmene yüklerler.

Böyle öğrenciler, genellikle dersi iyi olmayanlardan oluşur. Evinde ders çalışmazlar. Eve akşamları geç gelir, anne babadan sonra yatağa yatarlar. Gündüzleri sokaklarda nasıl arkadaşla dolaştıkları belli değildir. O sokağın başıboşluğunu okula taşırlar. Karşısındakileri küçük görürler. Sınıfı yönetmeye çalışırlar. Dersten kaçarlar. Devamsızlıkları çoktur. Tehditler çok olur. Sınıfın azınlığıdır ama çoğunluk onlara bir şeyler yapamaz, korkarlar.

Okulda Rehberlik Öğretmeni çoğunlukta yoktur. Olsa bile öğrenci yardım almak istemez. Sözde kaynaştırma adı altındaki öğrenciler uyum sağlayamaz. Onlar da ayrı bir sorun yaratır. Dalga geçilirler. Okuma yazma bilmeden sınıf geçirilirler. Dersle katılımları olmadığında boş zamanlarını yaramazlıkla geçirirler.

Söyleyecek çok şeyler varda ne değişir. Hiç.. Öğretmen sabır taşı olsa bazen o taşta çatlıyor. Sınıftaki öğrenci sayılarını 20 – 30’lara inmedikten sonra bu olaylara yine de rastlanacaktır sanırım. Yerine göre derse giren müfettişler bile tahammül edemiyorlar.

Bu kadar boşta gezen öğretmen varken, bu kadar boş bulunan kadrolara öğretmenlikle ilgisi olmayanları ücretli, vekil olarak atayan idarenin hiç mi suçu yok. Herkes öğretmene yükleniyor. Çözüm arayalım da bu sorunlar ortadan kalksın diyen yok gibi. Öğretmenin öğrenciyi dövmesine gerçekten karşıyım. Ama öğretmenin de bir insan olduğunu unutmayalım.

16 Şubat 2008 Cumartesi

Şeytana Uydum



Bugün 16 Şubat Cumartesi. Tepecik’teyim. Sabah kalktığımda hafiften kar atıştırıyordu. Belediye ekmeği almak için giyinip dışarı çıktım. Hava ılıktı. Yağan kar zerrecikleri henüz tutunamıyor çevrede. Büfeye varıncaya kadar öyle hızlandı ki kar anlatamam. 0n kişi kadar kuyrukta insan vardı ekmek almak için. Sıra çabukça geliyor. Bu ara da sıradakiler kar yağmasından konuşuyorlar. “ Aman ses etmeyelim, kara çok ihtiyacımız var. Barajların dolması lazım, yoksa yazın yine susuz kalırız” diye söyleniyorlardı. Eve gelinceye kadar tam bir kardan adam oldum. Kapıyı zor açabildim anahtarla. Elime fotograf makinesini alıp çevreden resimler çekmeye çalıştım. Pencereden karın yağışını izlerken yine dalıp gitmişim öğrencilik yıllarıma.

Okulumuzda Yaşar Köklü hocamız vardı, rahmeti bol olsun. Dimdik yürürdü. Geldiğini görmesen dahi onun geldiğini hemen anlardın yürüyüşünden. Rap rap diye bir adım atışıları vardı ki sanki asker. Ayakkabısı tertemiz, boyalı ve her adım atışında ses çıkarırdı. Elbiseleri tertemiz, uyumlu ve ütülü idi. Kaşlarındaki kıllar taralı, insanın bir avucunun almayacağı biçimde gür ve taralı ve kabarık idi. Saçlar her zaman düzgün taralı ve parlaktı. Onun kendine has bir sertlikte konuşması vardı. Bu konuşmasına göre öğrenciler "hapı yuttuk" diye düşünseler de altın gibi bir kalbi vardı.

Cahit Kurt, çok samimi olduğum arkadaşımdı. Beraber gezer, hiç ayrılmazdık. Birlikte otururduk. Bu birlikteliğimiz O’nun ta Almanya’ya gitmesine kadar devam etti. Onunla pek çok anılarımız vardır.

Yaşar Köklü hocamız bizleri kimya dersinden yazılı yapıyor. Sınav sorularını sordu. “Kopya çekmememizi, sağa sola bakmamamızı yoksa kağıtlarımızı alacağını” söyledi. Bizlerde denileni yapmaya çalışıyorduk. Bir ara hocamız bazı arkadaşlara; “ kağıdını getir, masaya koy” diyerek kağıtlarını alıp kapı dışında beklemelerini söylemeye başladı. Bu arkadaşların sayısı bir, iki derken onbeşe yakınlaştı. Sanırım ders bitimine on dakika vardı. Hepsini içeriye aldı. Karatahtanın önüne sıraladı. Bir daha yapmayacaklarına dair yemin etmelerini, onları affedip kağıtların geri vereceğini söyledi. Sıradan tüm arkadaşlar yemin etmeye başladılar. Yemin eden kağıdını alıyor, yerine oturuyor ve yazılıya devam ediyordu. Sıra bizim Cahit’e geldi. O da söyleyeceği cümlelerini biraz süslemek istedi. Ve “Arkadaşlar, bugün, bu sınavımda (Şeytana Uydum) kopya çektim. Bir daha kopya çekmeyeceğime dair namusum ve şerefim üzerine söz veriyorum” diyerek yemin etti. O, yerine oturdu ama sınıfı bir gülmecedir aldı sorma gitsin. Herkes fıkırdıyor.Sonuçta zil çaldı, kağıtlarımızı verdik.

Her arkadaş Cahit ile dalga geçiyor “Şeytana Uydum” diye. En az bir hafta bu böyle devam etti. Bu arada arkadaşa en çok takılan bir kız arkadaşımız vardı. O zaman, Kastamonu’da mevki sahibi birinin kızı idi. Aynı sınıfta okuyorduk. En çok O takılırdı Cahit’e. Arkadaş belli etmemeye çalışırdı ama nafile. Bizimkinin iyice cinlendiği bir gün, öğle paydosundan sonra sınıfa geldik. Ders başlamadı henüz. Kız arkadaş sınıfta, Cahit kapıdan içeri girdi. Kız arkadaşımız başladı “Şeytana Uydum, Şeytana Uydum” demeye. Cahit’in elinde koltuk altında taşınan küçük okul çantası vardı. O çantanın ucundan tutup bir fırlattı kız arkadaşımıza !.. Kız arkadaşımızın göğsüne rastladı çanta. Kızın sesi soluğu kesildi, masanın üzerine doğru abandı ve yattı. Hepimiz çok korktuk acaba bir şey mi oldu diye. Cahit’in kırmızı olan yüzü daha çok kızardı. Bir süre geçti ama gel bize sor görünen hali. Biraz sonra kız arkadaşımız yavaşça kımıldadı, baygın baygın etrafa baktı, kalkıp sendeleyerek dışarı çıkıp gitti. Hepimiz de rahatlamıştık arkadaşa bir şey olmadı diye.

Bir daha O kız arkadaşımız hiç o iki sözcüğü söylemedi bizim Cahit’e.

7 Şubat 2008 Perşembe

Abdurrahman Paşa Lisesi Anıları

Abdurrahman Paşa Lisemiz, 80. yıllarına bizlerin öğrenciliği zamanında girmiştir. Okulumuzla ilgili pek çok anılarımız vardır. Ben bu anılarımdan bazılarını anlatacağım.

Hepimizin sevdiği, o zaman çok yaşlı olan değerli öğretmenimiz rahmetli Apostofol vardı. Sabri Bey öğretmenimize o adı niçin tattıklarını o zaman biliyordum ama şu an anımsayamıyorum. Kendisi Coğrafya öğretmeni idi. Coğrafya bilgisi gerçekten fazla idi. Kitabi bilgilerden yanında, gezip gördüğü yerleri sırası geldiğinde anlatır, bizleri daha çok bilgilendirirdi. Bu derste öğretmenimizin sayesinde benim çok ilgimi çekmişti. Öğretmenimizin çok ilginç bir özelliği vardı. Derse katılan, dersi ilgi ile dinleyen öğrencilere daha toleranslı davranır ve ona göre not verirdi. Ders anlatırken örneğin,” Orman” diyecek, dudaklarını o şeklinde yuvarlatır hemen söylemezdi. Bir süre uzağa doğru bakardı. Eğer öğrenci önceden konuya çalışmış ise o yuvarlağın “Orman” olduğunu anlardı. Eğer parmak kaldırıp da “ orman” dersen, Hemen o sözcüğü söyler ve söyleyen kişiye “Aferin oğlum (yada kızım) diyerek onurlandırır ve bazen de 10 notunu esirgemezdi. Ben öğretmenimizden birkaç kere on aldım. Bir keresinde de bir yazılım noksandı. Diğer arkadaşlarla beraber yazılıya almadı ve on vermişti.

Bir gün konumuz Marmara Bölgesi. Yüzey şekilleri, ekonomik durumu hakkında bilgi veriyor. Ben de can kulağı ile öğretmenimizi dinliyorum. Bu arada da konuşmaları sırasında ben tasdik ediyorum onun söylediklerini. Ulu Dağ’ı, özelliklerini, Bursa’nın, bu dağın eteklerine yerleştiğini, güzelliğini, kestane ve şeftalisini anlatıyor. Bence uygun olduğu zamanlarda konuşmasını tasdik ediyordum. Gözü de hep bende idi. Tam bu sırada hiç beklemediğim bir soru ile karşılaştım. –“ Oğlum” dedi, biraz durakladı. Devamla “ Bursa’ya gittin mi ?” Hiç beklemediğim bu soru karşısında hemen “Gittim Hocam” dedim. Halbuki o yaşıma kadar gittiğim yerler Tosya, Kastamonu ve de ortaokulda okurken Erol Dikeç Hocamızın o zaman müdürlüğünü yaptığı Ilgaz ortaokuluna, okulca ziyarete gitmiştik. Sabri öğretmenimiz yine anlatıma devam ediyor, bana soru sormadan hep anlatıyordu. Bu sırada benim Bursa’ya gitmediğimi bilen arkadaşlarımın gözlerinin üzerimde olduğunu hissettim. Bozuntuya vermedim ama düştüğüm sıkıntı beni epey zor durumda bıraktı.

Adını yazmayım, çok yaşlı bir öğretmenimiz vardı, rahmetli oldu. Çok güzel tarih anlatırdı. Kendisini anlatıma kaptırırdı. Yazılılarda bazı öğrencilerin notları hep aynı gelirdi. İyi yazsın, kötü yazsın fark etmezdi. Bizden büyük ağabeylerimizin söylediklerine göre, ödevleri hiç okumaz, o şekilde not verirmiş.

Nereden içime düştü bilmem bize bir ödev verdi. Ben ödevi yazmaya başlarken bir paragraf konu ile ilgili giriş yaptım. Gelişme bölümüne başladım BJK- FB maçını anlatmaya. Epey bir şeyler yazdıktan sonra BJK’yi 2-0 galip ayırdım. Golleri de O zaman popüler olan Sanlı ve rahmetli Yusuf atmıştı. Sonuç bölümünü de yine konu ile devam edip kapatmıştım.

Ertesi gününü ödevleri topladılar. Ben o şekilde verdim. Aradan biraz zaman geçti. Beni bir korku aldı. Öğretmenimiz ya ödevleri okursa! diye. Disipline verilirim,okuldan uzaklaştırılırım. Babam beni döver, köye almaz, daha neler neler aklımdan geçiyor. Böyle düşüncelerle zaman geçerken belki bir ay sonra Tarih ödevleri dağıtılıyor diye ses duydum. Koşarak oraya gittim. Heyecanım dorukta, kalp takır tukur. Sıra benim kağıdıma geldi. Kağıdı aldım. Üzerinde kırmızı kalem ile 8 (sekiz) yazılı idi. O zaman dünyalar benim oldu. Tüm korkularım sona erdi.
Öğretmenliğim zamanında tüm arkadaşlarıma bu olayı anlattım. “ Okumayacağınız ödevi öğrencilere vermeyin, verirseniz mutlaka okuyun” diye. Bilmem tuttular, bilmem tutmadılar

2 Şubat 2008 Cumartesi

Motosiklet 2

Sabahın olmasını dört gözle bekliyorum. Motorla şehir içi ve civarında tur atacağım. Beklediğim saat geldi. Heyecanla taşıtı çalıştırıp bindim üzerine. İkiçay yoluna doğru gidiyorum. Yine küçük viteslerle devam ediyorum. Şimdiki jandarma karakolunun yanına geldim. İleride, sağ tarafta trafik polisi var. Beni durdurup ruhsat ve ehliyet istedi. Ruhsatı verdim, ehliyetimin olmadığını söyledim. Bu şekilde binemeyeceğimi söyleyip ve ceza yazacağını belirtti. Ben de yeni aldığımı, hemen ehliyet alacağımı söyledimse de gerekli bilgileri bir kağıda yazdı. Mesleğimi sordu. Öğretmen olduğumu söyledim. – “Hocam bir daha binme. Uzaktan dahi görürsem arkandan ceza yazarım” dedi. O kadar hayal kırıklığına uğradım ki anlatamam. Bindim motora, moralim bozuk şekilde eve geldim. Ehliyet için araştırma yaptım. Hazırlığımı yapıp Kastamonu’ya gittim. Başvuruyu yaptım. Belirli bir gün verdiler. O tarihe kadar hem çalıştım, hem de direksiyonumu geliştirdim.

Bu arada hepten binmemek olmazdı herhalde. Binmeden önce polis arabasını kontrol ederdim. Karakolun önünde ise motora binip gezmeye çıkardım. Bazen uzakta beklediğini görürdüm. O zaman geri dönerdim, yolu uzatırdım. Ya da beklerdim polis gitsin,diye.

Ehliyeti aldım. Korkum kalmadı. Yolda giderken polisi gördüm. Yanından geçerken ona baktım. O da bana baktı. Beni durdurmadı. Hayret ettim. İleri gittim ve geri dönüp yine yanından geçtim. Yine durdurmadı. Demek ki alnımızda yazıyor galiba ehliyetli olduğumuz. Bir daha hiç polis ile işim olmadı.

Motosiklete binmek çok zevkli, tehlikesizdir. Ayakların yere basabilir. Önemli olan yolun iyi olması, kırma taşların, mıcırların olmaması. Böyle yollarda giderken bir fren yapmak, motoru alaşağı etmek demektir. Eğer yanında bir yolcun varsa o da senin gibi hareket yapacak. Sen sağa yattığında o da aynı hareketi yapacak. Yoksa düşmek işten bile değil.

Hanımımı arkaya bindirdim Doğanyurt’a gidiyoruz. O kadar zorlanıyorum ki bir türlü direksiyona hakim olamıyorum. Sanki arkada yarım ton yük var. Sonradan anladım ki benim hanım, benim hareketlerimin tam tersini yaparmış düşmeyelim diye. Düşmeden gittik ama gel bana sorun durumumu. Rahmetli kayınpeder söyledi. Biz İnebolu’dan yola çıktığımızda oradan geçen polis memuru durumumuzu görmüş. Benim işimin çok zor olduğunu, hanımın iyi bir binici olmadığını, başlarına bir şeylerin gelebileceğini anlatmış. O tehlikeli yolculuğu kazasız atlattığımıza sevindim. O bizim ilk birlikte yolculuğumuzdu.

Çok sevdiğim arkadaşım Fuat Şafak’la Kastamonu’ya gidiyoruz. Seydiler yakınında düz bir yoldan giderken sağa V şeklinde bir dönemeç var. Hafif yokuş. İleride yine düzleşiyor yol. Ancak V’nin iki ucu arasında kestirme bir yol var. Bazı taşıtlar o kısmı tercih ediyor. Giderken benim amacımda oradan kestirme gitmekti. Hızımı artırdım tam yola geçeceğim, bir baktım yol kasisli, çakır çukur, taşlar var. Hemen vazgeçtim, v yola girdim. Hız fazla idi. Tam v’nin kesiştiği yere geldim. Virajı dönerken motor kaydı. Çünkü anayol da çakıllıydı. Düştük. Pek bir şey olmamıştı. Yalnız benim vinleks ceketin kolu dirseğinden hafif yırtılmıştı.” Önemli değil “ diyerek yola devam ettik. Kastamonu’da gezerken arkadaşım “ Senin bileğinde kan var” dedi. Ceketi çıkarıp baktık, bir ceviz büyüklüğünde moloz taşı benim aşının yakınına girmiş, rahat rahat duruyor. Hemen eczaneye gittik. Eczacı o taşı çıkarıp pansuman yaptı. Şimdi kolumda iki tane aşı izi vardır.

Kayınbiraderim Hayri ile İnebolu – Tosya yolculuğuna çıktık. Kastamonu’ya kadar geldikten sonra Tosya yoluna girmedik.Yol yeni mıcırlanmış. Kaymamızdan korktuk. Biz 75 km’lik yolu bırakıp 110 km’lik Ilgaz – Tosya yolunu tercih ettik. Toplam 200 km yol aldık. Havanın güzel olması insana zevk, heyecan veriyordu. Köyümüzü ve akrabalarımızın bulunduğu diğer köylere de maceralı yolculuk yaptık. Hayri’yi Ankara’ya yolcu edip annemi arka tarafıma bindirerek İnebolu’ya geldik.

Motor sık sık arıza yapıyor. Biraz yol aldıktan sonra stop ediyordu. Rahmetli Ekrem usta vardı ayakkabı tamircisi. O tamir ederdi motoru. Ona götürürdüm. Sağını solunu karıştırır, bir şeyler yapar çalışırdı. Bir gün yine Fuat ile Göllerden Erkekarpa yoluna tırmanıyoruz. Yokuşta yine stop etti. Hemen benzin hortumunu çıkardım, baktım ki benzin gelmiyor. Benzin kapağını açtığımda benzin akmaya başladı. O zaman derdini anladım. Benzin kapağının üzerindeki delik toz, toprak ile tıkandığı için hava alamıyor. Hava gelmeyince de benzin akmıyor. O deliği açtığımızda kesintisiz çalışma başlamış oldu.

Motoru satıp 76’nın sonunda İstanbul’a geldik. Alacağım bitince satışı yapacaktık. Alacak bitti. Bir türlü karşılaşamadık sattığım kişiyle. Sonra o da başkasına satmış. Ocak ayında bana vergi geldi, ödedim. Öbür sene yine geldi, ödedim. Bir yaz İnebolu’da satılan kişiyle buluştuk. Noterden satış yapacağımıza satılması için başka birine vekalet verdim. Satışı yapmamışlar. Aldığım parayı neredeyse vergiye verdim. Motorun Sinop ilinde olduğunu biliyordum. Trafik Şube Müdürlüğüne bir dilekçe yazdım. Motorum çalındı. İliniz sınırları içerisinde, diye duyum aldım. Yakaladığınız da motorumu müdürlüğünüze bağışlıyorum, diye. O gün bu gündür vergi gelmedi.

27 Ocak 2008 Pazar

MOTOSİKLET

Her çocuğun hayali bisiklete sahip olmaktı. Tabii benimde öyleydi. Ortaokulda okurken 5 dakikası 25 kuruştan bisiklete binerek sürmeyi öğrendik. Daha çok binmek isterdik ama parasal sorun vardı. Ortaokuldan sonra bir daha hiç binmedim.

İnebolu’da şimdi rahmetli Abdullah ağabeyin motosikletinin arkasına bir kere bindim. O zaman çok hoşuma gitti. Motosiklet almaya karar verdim. İkinci el almayı düşündüm, çok para istediler.Yenisi daha ucuza gelir dedim, onu almaya karar verdim."Devrekani’de bayii var” dediler. Telefonla ulaştım. Fiyatını sordum. Onbirbin beşyüz lira olduğunu söylediler. Siparişini verdim. Denilen gün oraya gittim. Param biraz noksandı ama sağdan, soldan tamamladım. Bayiinin önünde PLANET marka kırmızı renkli motosiklet beni bekliyordu. Parayı verdim. Satıcı, sürmeyi bilip bilmediğimi sordu. Ben de binebileceğimi söyledim. Önce benzin almamı söyledi. Ben de benzinliğe kadar yardımcısının götürmesini söyledim. Sadece vitesin 1 aşağı, 2,3,4’ün yukarı olduğunu duymuştum. Motosiklet yanımda çalıştırırken iyice dikkat ettim. Onu öğrendim. Benzinliğe gidip benzin aldık ve içine ne kadar yağ konacağını da öğrendim.

Yardımcı bana, “Haydi, geç direksiyona, ben arka tarafa bineceğim” dedi. Ben de bir heyecan ki sorma gitsin. Titreyerek bindim. Yanımdaki de arkada. Vitese takıp hareket ettim. Sağa, sola yalpalamalar başladı. Yolun tretuvar çıkıntısına ön teker değerek gidiyorum. Bu arada arkadaki adam atlayıp gitti. Ben direksiyonu nasıl düzelttim bilmiyorum. Satıcının dükkanını önüne gelip durduğumda içimden bir “ooh” çektim. O ara, arkadan atlayarak inen de geldi. Patrona “- Patron, sakın tek başına gitmesin. Birisini bulunupyollayalım. Tek başına gidemez. Mutlaka bir kaza yapar” dedi. Patron da aynı şeyleri söyleyerek bana yardımcı olabileceklerini söylediler. Kendimin, yalnız gidebileceğimi söyledim. “Paranın hepsini ödediğime göre gözün arkada kalmasın” dedim. Yola koyuldum tek başıma.

Devrekani- İnebolu arası sanırım 80 km.ye yakın. Bir ve ikinci vites ile yol almaktayım. Küçük bir taşıt gelse dahi yolun sağına çekip duruyorum. Taşıt geçtikten sonra ilerliyorum. En çok korkum arkadan gelen taşıtlar. Onların beni geçerken bana çarpmalarından korkuyorum. Korkular içerisinde 20 km. geldim ve mola verdim. Hem kendim dinleneceğim, hem de motor soğuyacak. Çünkü fazla sıkıştırmamam gerektiğini söylemişlerdi.

Bu tarih 1972. O zamanın Bilhassa Küre- İnebolu arasındaki yolu bilenler, yolun ne kadar kötü olduğunu hatırlarlar. Yol dar. Kenar uçurum. Allah göstermesin, bir yoldan çıkarsan yamaçtan aşağı, doğru dereye. Orada da kalmazsın, soluğu denizde alırsınız. Oldukça da dar. Çok sevdiğim arkadaşım Fuat Şafak, 1976 yılında İstanbul’dan Murat 124 aldı. Ertesi günü Ağabeyi ile İnebolu’ya gelecekler. O gece sabaha kadar uyku girmemiş gözüne. “Küre İkiçay köprüsünü nasıl geçeceğiz” diye. Küçük, dar ve hemen viraj başlayıp yol dikine devam ediyor. Halbuki o köprüden tırlar bile zor da olsa geçiyor.

İnebolu’ya 10 km. kadar kaldı. Dik bir yoldan aşağıya doğru iniyorum. Önüm keskin viraj. Aşağıdan yukarıya doğru bir kamyon yavaş yavaş geliyor. Üzeri brandalanmış. Ağır yükü var. Ben hemen sağ tarafa çekilip durmak istedim. Vitesi boşa alıp frene basmaya başladım. Ön fren de tam tutmuyordu. Motor kayarak yana doğru beraber yattık. Kamyon iyice yaklaşmıştı. Ben, durdurduğumu hatırlıyorum ama nasıl olduğunu hala anlamış değilim. Sürücü yanımdan geçerken bana–“Üşüttün mü arkadaş” dediğini işittim. Kamyon gitti, ben ayağa kalkıp motoru doğrulttum. İniş aşağı olduğu için bir türlü tutamıyorum. Ter içerisinde kaldım. O zaman pişman oldum taşıtı aldığıma ama iş işten geçti. Çalıştırıp zor da olsa bindim. Yine bir ve iki ile yola devam ettim. Eve vardığımda üçbuçuk saat geçmişti aradan. Normal minibüslerle iki saatte ulaşılan yolu ben ancak belirttiğim saatte ulaşabildim. Toz, toprak içerisinde kalmıştım. Evimizdekiler de hem sevindiler hem de niçin yalnız geldiğim için beni fırçaladılar.

Başımdan geçen ilginç motosiklet anılarımı ikinci yazımda anlatacağım.

22 Ocak 2008 Salı

Benzetmek

İnsanların dış görünümleri ile çift yaratıldıkları, kişilerin pek çok benzerlerinin bulunduğunu biliyoruz. Dalan’la ilgili anılarımı anlatmıştım. Şimdi anlatacaklarımın yanında çok hoşuma giden bir fıkra yazacağım.

Çankırı ili Orta ilçesinden Ankara’ya gideceğim. Saatı geldi, küçük minibüse bindik. Beni arkada bulunan koltuklardan birine oturttular. Sıkış sıkış oturduk. Yolculuk devam ederken yanımdaki yaşlı adam bana dönerek;
- “Evladım, baban ne yapıyor ?” dedi.
- “İyi be amca, ne yapsın köyde uğraşıp duruyor” dedim. Birden adama dönerek;
- “Amca, babamı nereden tanıyorsun” dedim. Adam;
- “Nasıl tanımam babanı” dedi. “Her hafta görüşüp konuştuğum adam” .“Hatta seni geçen hafta evlendirdi. Adın Cafer değil mi” dedi. Ben iyice şaşırdım. Adama;
- “Amca, ben Tosya’lıyım ve halen de bekarım, adım da Mustafa” dedim. Adam;
- “Hadi lan sende, sen Kanlıca’dan (Adını şimdi anımsayamadığım ) filancanın oğlu değil misin ?” dedi.
- “Hayır, değilim” dedimse de adamı ikna edemedim.
Köye geldiğimde köylülere durumu anlattım. Tanıyan kişiler gerçekten tam olarak benzediğimi söylediler.

Kastamonu otogarında, ilçemize gidecek minibüsün kalkış saatini bekliyorum. Baktım, ilerideki bankta bizim Mehmet Büyükçağlayan oturuyor. Halinden dalgın olduğu anlaşılıyor. Arkasından yavaşça yaklaştım. Gözlerini kapattım iki elimle. Arkadaş saymaya başladı;
-“Hasan !”,
-“Kamil. !. . .” diye.
Ben bu ara sen tonundan şüphelendim. Acaba ? dedim. Elimi bıraktım, karşısına geçtim. Baktım ki bizim Mehmet değil. O an ne kadar kötü duruma düştüğümü anlatamam. Özür dileyerek yanından ayrıldım. Adam anlayışla karşıladı ama gel bana söyle durumumu.

Şaplak

Adamın biri sinemaya gider ve bir koltuğa oturur. Tam sinemada film başlayacağı sırada önüne saçını kazıtmış, iri yarı bir adam oturur. Aksilik, filmin ışığı adamın çıplak kafasına vuruyor ve oradan bizimkinin gözlerine yansıyor. Filmi düzgün izlemesini engelliyor. Adam içinden “Şunun ensesine bir kondurayım şamarı” diyor ama adam iri yarı olduğu için korkuyor. Bu arada yanına Temel gelip oturuyor. Temel’e dönerek;
-Temel, şu adamın ensesine bir şaplak vur, sana 5 YTL vereceğim” der. Temel dayanamamış, yaradana sığınıp bir bir şaplak patlatmış adamın enseye ve devam etmiş; “Ula Hasan, sen burada miydun” demiş. Adam dönüp, “ Ne hasan’ı kardeşim,” der. Temel “ Pardon kardeşum” der . Yerine oturur ve 5 YTL sini alır.

Adam dayanamaz, Temel’e dönüp;” Bir tane daha vur, sana 10 YTL vereceğim” der. Temel bir tane daha vurup devam eder ; “Hasan, sensin be, yeme beni” der. Ada; “Hasan değilim be kardeşim” der, oradan uzakta bir koltuğa gidip oturur. Parasını yine alır.

Temelin yanındaki adam işi gücü bırakıp çıplak kafalı adamı arar. Oturduğu koltukta adamı görür ve Temel’e göstererek “Sana cüzdanımdaki bütün paraları vereceğim. Bir şaplak daha vur” der. Temel hemen, kafasını kazıtmış adamın arkasına geçer ve olanca hızıyla bir şaplak daha patlatır. Devam eder “ Ula Hasan, burada miydun ? Ben bir saattir şu arkadaki adamı sen sanıp ensesine vuruyordum” der.

18 Ocak 2008 Cuma

Köprüyü Yuttum





Siz hiç birine benzetildiniz mi bilmem ama ben benzetildim. 1984 – 1989 yılları arası İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapan Sayın Bedrettin Dalan’a. Gerçekten de epey benziyorum kafamın dış yapısına göre. Bu benzerliği ilk defa Çatalca’da bir zabıta memuru fark etti o zaman.

Ankara’dan misafirlerim gelmişti. Onlarla birlikte Çatalca’nın İnceğiz köyü mağaralarının bulunduğu yere pikniğe gittik. O gün akşama kadar yiyip, içip eğlendikten sonra akşama doğru arabalarımıza binerek yola çıktık. Köy yolundan anayola inerken yol ağzında trafik polislerinin, araçları ve sürücüleri kontrol ettiklerini gördüm. Önümüzde epey taşıt durdurulmuştu. Durumlarına göre hareket ediyorlardı. Ceza yazılanlar da oldu. Sıra benim ve arkamda bulunan misafirlerin bulunduğu arabalara geldi. Polis bana doğru geldi!.. Beni görünce, gözlerinde bir parlama! oldu ve;
- Aman Allah’ım !.. dedi. Ben de;
- Öyledir, dedim. Çünkü benzetildiğimi anlamıştım.
- “Buyurun Sayın Başkanım”, diyerek bana ve yanımdakilere yol verdi. Bu sayede kontrolden kurtulmuş olduk.

Okula lokum getirdi bizim sevdiğimiz M. Soydeğer adındaki arkadaş , öğretmenler ve öğrencilere ikram olsun, diye. Benim acele bir işim vardı o sırada. İki tane lokum alıp ağzıma attım ve gideceğim yere gittim. Biraz sonra ağzımda bir boşluk hissettim. Ağzımda bulunan dört dişlik köprü uçup gitmiiiş. Maalesef lokum köprüye yapışmış, kendisi ile birlikte köprüyü de alıp mideye götürmüş. Ertesi günü Bakırköy Devlet Hastanesine gittim.

Dahiliye bölümünde sıraya girdim. Bu arada bir hemşire beni süzüyor. Önce aldırış etmedim. Sonra yine göz ucuyla kontrol ettim, yine bana bakıyor. “Acaba” diyorum, “ Hoşuna mı gittim”, diye düşünüyorum. Ben bakarken kendisi gözlerini kaçırıyordu. Hep bakışmalarla geçti vakit. Muayene başladı. Benim Hariciye bölümüne gitmem gerekiyormuş. Oraya gittim. Kapıyı tıklatıp içeri girdiğimde yine o hemşire ile karşılaştık. Bana “ Ya arkadaş” dedi. Ben durumu ancak o zaman anlayabildim. “Tamam, tamam, beni benzettiniz değil mi” diyerek . “ Dalan mı ?” dedim.” Hay Allah”, dedi. Doktora “Doktor Bey, bu arkadaşın işini hemen hallediverin” dedi. Durumu anlattım. Acil olarak film çektirildi ve kalın bağırsakta “köprü” göründü. Yapılacak bir şey yok diyerek beni gönderdiler. Köprünün ne zaman ve nasıl çıktığını anlayamadım.

Ünlülere benzemek gerçekten çok güzel. İstanbul’da yürürken pek çok kişi arkamdan “ Dalan’a bak”, “Dalan geçiyor” derlerdi. Ben de kendi halimce mutlu oluyordum.
.

13 Ocak 2008 Pazar

ZAMANIMDA ÖĞRENCİLİK

Nasıl şimdiki öğrencilerin işi ders çalışmak, dershaneye gitmek, sınavları kazanmak ise, 1960'lı yıllarda da köylü öğrencinin görevi çalışmaktı. Nasıl bir öğrenci olduğumu, bir sene yıl içinde neler yaptığımı yazmak istiyorum.

Mayıs ayı sonlarında ya da haziran başında okullar tatil olurdu. Tatil ertesi köyümüzün yolunu tutuyordum.O gün misafirlik çıkar. Ertesi günü sabahı azığını torbana koyarak önüne öküzlerini alır otlatmaya gidersin. Bu durum birkaçgün devam eder. Bu arada beş altı arkadaş birleşirsin. Bir sabah kilimini, azığını sırtlanıp, öküzlerini önünüze katarak doğru ormana. O gün en az bir ay konaklayacağın yeri yaparsın. Yıkılmış ağaçlardan, bir yerin etrafı çevrilir. Eğer o ağaçlar yetmezse canlı ağaçlarda kesebilirsin. Bu yerler genellikle köknar ağaçları altlarına yapılır ki yağmur yağdığında ıslanma olmasın diye. Bunun yanında bizlerin yatacağı yerinde düzenlenmesi gerekiyor. Etrafını kapatacaksın ki gece rüzgar akımından korunman lazım, yoksa hasta olursun. Onun için köknar dalları ile yan tarafların kapatılır. Altına bu dallardan epey döşersin ki yumuşak olsun. Üzerine de getirdiğin kilimi bir güzel yayarsın, oldu kaba bir yatak. Yatağın ön tarafına ateşini yakarsın. Isınma ve aydınlanma teşkilatını düzenlemiş olursun.

Sabahları ocakta kalan közler üzerinde hamurlu (bazlama) ekmeğini bir güzel ısıtırsın. Yanında da dereden aldığın su ile nefis bir kahvaltı yaparsın. Gerçekten bu kahvaltı o kadar tatlı olur ki anlatamam. Gün boyu topladığımız kır mantarlarını da közde pişirirsin. O da başka bir güzellik başka bir tat verir ağzımıza .

Bir akşam, üzerinde yattığımız yatacak yerin, altını üstünü daha kalınlaştırmak için köknar ağacından dal kesmemiz gerekiyordu. Yanımda da şimdiki köy muhtarımız Ömer var. O birşeyler yaparken ben de köknar ağacına çıktım. Yanımda da balta. 4 - 5 metre çıktıktan sonra baltayı bir dala astım. Ayaklarımı ve duruş biçimimi ayaralamak istedim. Ayaklarımı düzgünce bastım. Ellerimle körpe olan iki daldan tuttum. Tam kesmek için baltaya uzanırken!... tuttuğum dallar koparak elimde kaşdı. Bastığım dallar kırıldı. Doğru aşağı. Öyle bir yer oturdum ki yere! ses, soluk kesildi. Nefes alamıyorum. O anda dünyam karardı. Konuşamadım.Epey zaman sonra yavaş yavaş nefes almaya başladım. Ayağa kalktım. Birde ne göreyim! düştüğüm yerin bir karış gerisinde otuz kırk cm. yüksekliğinde gövdesi kesilmiş köknar ağacının kökü var. Eğer onun üzerine düşmüş olsaydım, gerisini siz düşünün..

Harman zamanı ormandan köye iniyoruz. Biçilmiş ekinleri harmanda saman haline getir, içinde arpasını, buğadını ayır. Tabii bu işleri evin diğer fertleri ile birlikte yaparsın. O güneş altında düven üzerinde ekin saplarının üzerinde dönerek ilerlemek bir azaptır. Bu süre, hemen hemen bir ay devam eder. Babam, diğer köylülerimize göre daha erkenci idi. Harmana erken başlar, erken bitirirdi. Harman bitiminde bağ bekçiliği başlardı. Meyveler ve üzüm olğunlaşmaya başlardı. Onları beklemem gerekiyor. Bu bekçilik tek başına oluyor. Oyun oynayacak arkadaşın yok. Bulunduğun yerden ayrılamazsın. Bu durum meyvelerin toplanmasına, üzümlerin kesilip pekmez yapılmasına kadar devam ederdi.

İçimden, durumuma epey üzülürdüm. Hiç oyun oynayamadığım, arkadaşlarımdan uzak olduğum için. "Keşke babamın durumu daha aşağı olsaydı da ben de diğer çocuklar gibi bol bol oynasaydım" diye.

Bekçilik biter, okul başlar. Yine aynı olaylar, aynı şekilde devam ederdi.

6 Ocak 2008 Pazar

ÖLÜM KORKUSU

Siz hiç ölüm korkusu yaşadınızmı bilmem ama ben yaşadım. Şimdi onu anlatacağım.

Yine Ortaburun köyünde öğretmenim. Bir sabah traş oldum, okula gideceğim. Aynanın karşısındayım. Dişlerime bakarken ağzımı açtım, dilimi kontrol ediyorum. Birde ne göreyim!.dilimin arka sol üst tarafında mercimek büyüklüğünde bir şişlik. Elimle baktım, bir acı yok. "Her halde ısırmışımdır yada yediğim acı böyle yapmıştır" diye düşündüm. Artık aklım hep orada idi. Bu şişlik bir hafta sonra nohut kadar oldu. Kafayı taktım bu duruma. İnebolu, köye çok uzakta. Aybaşını beklemeye başladım doktora gitmek için. İkinci hafta fındık kadar büyüdü. Son hafta ceviz kadar oldu. Aybaşında tam oniki saat yürüyerek ilçeye gittim.Yarı yol olan Hızaryanı'nda araba bazen bulunurdu ama geç kaldığım için arabalar gitmişti. Oniki saat yürümenin ne olduğunu yürüyen bilir.

Sabah Op.Dr. Erdoğan Alpay'ın muayenehanesine gittim. Kendisi ile sık sık görüşürdüm. Dr., eli ile bir kontrol etti. Bana "Hocam hastaneye git, enjektör ile bir kontrol edelim" dedi. Ben oradan ayrılarak hastaneye gittim. Giderken de kendi kendime " Herhalde içinde iltihap var, onu çekecek " diye düşünüyordum. Sonunda Erdoğan Bey geldi. Muayene odasına beni aldı. Hemşirelerden enjektör istedi. Dilimin şiş olan yerine iğneyi soktu, çekmeye başladı. Çıkarıp tekrar tekrar çekmeye çalıştı. Sonuç nafile. Hiçbir iltihap yok. Bana ; "Hocam, seni Ankara yada İstanbul'a göndermem lazım. Hangisini istersin" dedi. Ben de Ankara'da daha çok tanıdığım olduğu için " Ankara " dedim. Benim sevk kağıdıma yazdığı hastanenin adını okuduğum zaman dünyam yıkıldı. Hastanenin adı Ahmet Andiçen Kanser Hastanesi idi. O mübarek sözcük beni o kadar kötü etti ki anlatamam. Dr., "Hastanede konulan teşhisi kendisine tel ile bildirmesini rica etti . Ben de kabul ettim.

İşlemlerin tamamlanmasından sonra bilet alarak akşam yolculuğa başladım Ankara'ya. Otobüse bindikten sonra kendim, kendimle başbaşa kaldım. Başladım konuşmaya.. Yaşadıklarım film şeridi gibi gözümün önünden geçiyordu. Ne çabuk geçmişti günler. Bu hastalık niçin beni bulmuştu bu genç yaşta. Hanımım ile nişanlıyım. O yaz düğünümüz olacaktı. Nişanlım bu durumu duyarsa ne tepki verir di. Acaba yaza kadar yaşayabilir miydim. Bu arada otobüs Gerede'ye varmadan sanırım adı Uzungöl denilen yerde yemek molası verdi. Aşağıya indiğimizde birde ne göreyim! Taksi üzerinde bir tabut. Ölüyü memleketine götürüyorlar. Orada bir daha yıkıldım. Kendimin de o şekilde gideceğimi hayal ettim. Yalnız şunu söyleyeyim: hiçbir ağrı, sızı yok.

Akşam otelde kaldım. Işıkları söndürmeden yatmaya çalıştım. Sabah hastanenin yolunu tuttum. Cumartesi, pazar tatil olduğu için "pazartesi" gelmem söylendi. Belediye hastanesinde bir akrabam vardı Ahmet abi. Oraya gittim. Kendisi orada imiş. Durumu anlattım. Beni nöbetçi Dr.'a götürdü. Dr. kontrol etti. " Ameliyat olman lazım" dedi. Ben daha kötü oldum. Gidici olduğumu tam olarak anladım.

Pazartesi hastanede muayene oldum. Kan tahlilleri, parça etler alındı. Teşhis FİBROM idi. Ancak yarın Üniversite Konseyi toplantısına girmem gerekiyormuş. Başladım yarını beklemeye. Teşhisin ne anlama geldiğini merak ediyorum. Bu arada fibrom u Erdoğan Bey'e tel ile yolladım.

Ertesi gün konsey toplandı. Sıra bana geldi. Beni muayene edn Dr. Eser Bey, tuttuğu notları yetkililer anlatıyor. Onlar da dinliyor. Sonunda Baş hoca geldi, eli ile kontrol etti. "Fbrom" dedi. Diğerleri de sıra ile kontrol etti. Hastaneye yatmam kararlaştırıldı. Yatmaya giderken, bizi götüren hastabakıcı bana " Hocam, sen hiç korkma. Seninki kanser değil ama şu kadının ki kanser" dedi. İlk defa bende bir rahatlama oldu. Sanki o hizmetli bana yaşamımı geri vermişti. Hastanede yatarken fbrom'un (iyi huylu ur ) olduğunu öğrendim.

Ameliyattan sonra bana üç ay rapor yazacaktı dr. Kabul etmedim. 20 güne razı oldum.

Köye varır varmaz derslere başladım. O sıra Kanser Haftası başladı. Başladı sıralamaya hastalığın özelliklerini. Bende bir kuşku, korku! Ne söylense bende var. Doğru ilçeye. Oradan Kastamonu'ya kontrol sonucu " Bir şeyin yok " diyerek sinir hapı verip yolladılar. Köye gel. Yine radyodan aynı uyarı. Yine hastane, yine serepax. Sonunda Tekrar Ankara'ya havale ettirdim kendimi. Hastane taşınmış sanırım Etimesgut'a. Numune Hastanesinde Şimdi rahmetli oldu bir köylüm vardı hizmetli İsmail ağabey. Ona gittim. Durumu anlattım. O da dr.a gidip konuştu. Dr. beni muayene etti. Bana "Hocam, senin hiçbir şeyin yok. Biz bir adamın yüzünü ameliyat ediyoruz. Orasının iyileşmesi iki, üç yıl alıyor. Kaldıki senin dil, en oynak organ. Devamlı hareket ediyor. Tabii biraz acıyacak. Kafanı takma. İlaç da kullanma " dedi. O anda benim tüm ağrılarım dindi.

Son olarak şunu söylemek istiyorum : Vatandaşı basın, yayın yolu ile uyarmak iyi bir şey. Bu arada o hastalığı yaşayanın durumunu, moralini mutlaka düşünelim. Kendimin hiç bir şeyi kalmamışken çektiğim sıkıntı beni epey üzdü.

Yaşamak güzel şeymiş meğer..

4 Ocak 2008 Cuma

ORTABURUN II

Ortaburun halkı fakir olduğu kadar da gönülleri zengindir. Kendi yiyeceklerini misafir ile paylaşmayı çok severler. Komşuluk ilişkileri çok iyidir. Birbirlerine gidip gelmeleri sıkça olur.

Bir akşam, bizim eve köy muhtarı ile birkaç köylü geldi oturmak ve hoşgeldin demek için. Gelen misafirlerle sohbet ederken baktım, bizim muhtarın boynunda yün ip, elinde tığ çorap örüyor. Ben hayret içinde kaldım, çünkü benim çevremde böyle örgüleri kadınlarımız örer. Hayretle baktığımı görünce konuya açıklık getirdi: "Benim hanım, epey zamandır çorap örüvermemi söylüyordu. Bir türlü zamanım olmamıştı. Bu akşam hem Öğretmen Bey ile konuşur hem de çorabı örerim dedim" dedi. Meğer orada adet örgü işlerini erkekler yaparmış.

O akşam bizim evin sahibi Sabri amca, kestane ağacı dibinde gömülü olan kestanelerden getirdi bahçesinden. Üzerlerini bıçak ile çizdi. Yanan sobanın üzerine koydu. Üzerini tencere kapağı ile kapadı. Pişmeye bıraktı. " Yanmaz mı ? " diye sorduğumda "Birşey olmaz" dedi. Bir iki kaldırıp baktıktan sonra onları bir kaba aldı. Üzerine su serpeledi azıcık. Bir örtü ile kapatıp dinlenmeye bıraktı. Onbeş dakika sonra yemeye başladık. Öyle lezzetli kestane hiç yememiştim. Çok güzel pişmişti. Sobamız olduğu sürece öyle pişirip yemeye devam ettim.

Ev yeni sıva ve badana olduğu için duvarlar kurumadı birden. Soba çevresini ısıtıyor ama uzak kısımlar az etkileniyor ısıdan. Geceleri, ben sobadan uzakta yatıyorum somyada. Sobanın yakınında annem yatıyor rahatsız olduğu için. O ıslak duvar beni öyle hasta etmiş ki beni, felaket üşütmüşüm. Yatıyorum. Rahmetli olmuştur Mehmet amca bahçesine gitti. Üvez yaprağı toplayıp geldi . O yaprakları çaydanlığa koydu. Kaynatıp, çay gibi bana içirdi. O gece bir terledim. Sabaha hiçbir rahatsızlığım kalmamıştı. Bu arada köyün erkeklerini büyük bir kısmının adı "Mehmet" idi. Dede mehmet, oğul mehmet, torun mehmet, damat mehmet.

O zaman köylünün epey kısmının kötü bir alışkanlığı vardı. Hapçılık. Bir akşam düğün için Yukarı Ortaburun mahallesine gittik. Yemek bol. Bazı yörelerde içki içilir. Bizim bu köyümüzde ağrı kesici hap içiyorlar. En azından 15 kutu hapı bir tabağa boşalttılar. Yemek arasında birbirlerine ikram ediyorlar . Baş parmak ile işaret parmaklarının ön tarafına bir, arka tarafına iki tane hap koyup yanındakilere ikram ediyorlar. Sanırım o akşam yirmi adet hap yuttuklarına şahit oldum. "Bunlar bu gece mort olurlar" dedim, ama birşey olmadılar. Umarım şimdi bu alışkanlıklarını bırakmışlardır. Yalnız o akşam köyde hasta olan bir kişiyi konuştular. Durmunun çok kötü olduğunu söylediler. O kişi hakkında da iyi konuşmadılar. Aklınıza ne kadar kötülük geliyorsa onları saydılar onun için. Öbür dünya'da yatacak yerinin olmadığını söylediler. Aradan az bir zaman geçti gün olarak. Adam öldü. Cenaze namazına gittik. Hakkında kötü konuşanlar da orada idi. Hoca" Bu kişiyi nasıl bilirsiniz ? diye sorduğunda, hepsi birden " İyi biliriz" dediler. Ben bu işe şaşıp kaldım.

70/71 kışı orada çok ağır geçti. Şehirle ulaşım kesik. Bazen postacı gelirdi. O ara gelemedi. Ben hanımımla nişanlıyım. Devamlı yazışıyoruz. Bir ara yazdığımız mektuplar elimizde kaldı. Gönderemedik kar yüzünden. Nişanlımın bulunduğu Eleşkirt, Mollasüleyman köyünde havalar daha iyi bize göre.O eline mektup ulaşınca hemen karşılığını yazıyor. Bir ara hava durumundan mektuplaşmalar kesildi. Bir gün Yanıkdağ mahallesinden bir öğrencim iki mektup getirdi. Nişanlımdan geliyordu. Mektubu açarken, kolayca açıldığını gördüm. Zamk yeri pekmezle yapıştırılmıştı. Öğrenciye sorduğumda nedenini , birşey yapmadıklarını söyledi. Sanırım ailesi okumuş ve zamk bulamadıkları için pekmezle kapatmışlar. Mektuplardan biri normal yazılı. İkincisi ise öfke dolu. Mektup yazmadığımın sebebini soruyor. İstemezsem ayrılmayı öneriyordu. Durumu açıklayan bir mektup yazıp bilmem ne kadar sonra gönderdim de barıştık sonradan.

30 Aralık 2007 Pazar

ORTABURUN

Doğanyurt'tan, eşyalarımı katırlara yükleyerek Ortaburun köyünün yolunu tuttuk. Köye taşıt yok. Orman Şefliğinin bir jeepi var o kadar. Yol, yaya olarak dört saat sürüyormuş. Yol, Orman Müdürlüğü tarafından açılmış. Orman ürünlerini Doğanyurt'a taşımak için. O yoldan hep yukarıya doğru yürümeye başladık. İlk saatlerde yürümek rahat oluyor da biraz zaman geçince bacaklar yavaşlamaya, ayaklar ağrımaya başlıyor. Giderken yükte bulunan iki adet somyanın demirleri urganları kesiyor. Onların yeniden bağlanması zamanın uzamasını sağlıyor. Köye az zaman kala yokuş bitti.Biraz düzlük, sonra aşağıya doğru yol almaya başladık.

Yolda yürürken köylülerle konuşuyoruz. Onlardan köy hakkında bilgi ediniyoruz. Anlatılanları gözümüzde canlandırmaya çalışıyoruz. Sonunda Ortaburun köyü'nün Köyyeri mahallesine geldik. Bizim okulun bulunduğu yer Sık adındaki mahalle. Patika yollardan mahalleye indik. Hava iyice kararmıştı.

Lojman olarak köylü bir vatandaşın tek odalı bir evini hazırlamışlar. O gün sıva ve badana işi bitmiş. Temizlenmiş oda. Eşyaları hayvanlardan indirdik. Eve aldık. Soba kuruldu, ateşi yakıldı. Eşyalarımızı rastgele yerleştirdik. Annemle başbaşa kaldık.

Ertesi günü okula gideceğim. Benden önce bir vekil öğrtmen görevli imiş. Anahtarı istedim. Kendisi gelmedi, bir vatandaştan göndermiş. Okula gittim. Köylü, bir cami yapmış kendi olanakları ile. Caminin altını da okul olarak ayarlamış. Bahçesi yok. Bayrak direği yok. Öğrenci sıralarını vatandaş yapmış. Dört metre boyundakai tahtaları hiç kesmeden uzunca sıra şekline sokmuş. Oturaklar da aynı boyda. Yazı tahtası ve öğretmen masası da köylünün emeği ile oluşmuş.

Öğrenciler daha önce komşu köylere gidiyorlarmış. Okul açılınca yeni okula geldiler. Fakir yöre çocuğu oldukları hemen göze batıyordu. Giyimleri çok zayıftı. Ayakkabılarının çoğu yırtıktı. Bazılarının, okul önlüğünün içinde giysileri yoktu. Beş mahalleden oluşan köyde mahalleler arası epey uzaktı. Tahminen 3-4 km. arası değişiyordu. Kış günlerinde yırtık ayakkabı ile gelen çok çocuk vardı. Yağmurdan, kardan tamamen ıslanırlardı. Kalın giysi hiçbirinde yoktu.

Ortaburun köyü beş mahalleden oluşmuş. Merkezde Sık mahallesi, etrafında Köy yeri, Yanıkdağ, Yukarı ve Aşağı ortaburun'dan oluşuyordu. Mahalleler genellikle yamaç üzerine kurulmuşlar. Evleri bir yada iki göz odadan oluşuyor. Salon yok. Bunun yanında salona benzeyen yerlerinin etrafları tahta darabalarla kapatılmış ama araları aralıklı. Oturduğun odadan çıktığında soğukla karşı karşıyasın.

Köy halkı fakir. Geçimini sözde çiftçilik yaparak sağlıyorlar. Bir tarladan elde ettiği ekinlerini iki hayvana yükleyip harmana getiriyorlar. Düşünün işte çiftçiliklerini. Patates, domates, fasulye gibi sebzeler ekiyorlar. Karalahanadan yemekler yapıyorlar. Kestane ağaçları var. Onları satıyorlar. Elma satıyorlar.

Burada anlatmadan geçemeyeceğim bir durum var. Elma ve kestaneler ya köydeki ağaya ya da Doğanyurt'taki tüccarlara daha dalında iken satılmış oluyor. Elmalar toplanmaya başlandı. Büyük sepetler dplduruldu. Benim lojman olarak kullandığım binanın avlusuna koymaya başladılar. Son olarak iki kişi yine elma getirdiler hayvanları ile. Biraz sonra ben yanlarına girdim. İleri gelenlerden birileri elmaları ceplerine, koyunlarına dolduruyorlarmış. Beni görünce o kadar kötü oldular ki. Durumdan ben bile utandım. Adamlar bir şey diyemediler. Kıpkırmızı oldular. Kendi meyvelerini gizlice almış oldular.

Misafir geldiğinde, elinde çay bardağı ile kapı kapı dolaşıp yağ istediklerine şahit oldum. Yalınayak kar üstünde çeşmeden su taşıyan kadınları gördüm. Giysilerinin yazlığı kışlığı yok. Hep aynıyı giyiyorlar. Bu benim anlatılarım 1970/1971 yıllarını kapsıyor. Devamını ileriki yazımda anlatacağım.

27 Aralık 2007 Perşembe

DENİZ MOTORU

Ortaburun köyüne tayin oldum. Burası İnebolu ilçesi, Doğanyurt (Meset ) bucağına bağlı. Karadan taşıt yok. Zorunlu olarak deniz yolu ile gideceksin. Eşyalarımı İnebolu'da limana getirdim. Deniz o kadar dalgalı ki deniz motorlarının gitmesi olanaksız. Zorunlu olarak Etibank'ın tesislerinin bir deposuna koydum. Rahmetli kayınpeder orada çalışırdı. Başladık denizin sakinleşmesini beklemeye.

Karadeniz, iyi olduğu zaman sakindir, pırıl pırıldır. Mavisi o kadar güzel ki başka yerlerde görülmez. İnebolu'da Güneş denizden doğar, denizden batar. Ama bir de denizin delirdiği zaman vardır. Bu zaman yanına uğrama, zira dev dalgalar metreler boyu yükseklere ulaşır. Sahili öyle döver öyle yalar ki ne bulursa içine alır. Çakılları dışarıda bırakır. Bu zamanda küçük ve ortaboy deniz taşıtları yolculuk yapamaz.

Epey gün bekledikten sonra deniz sakinleşir gibi oldu. Meset'ten motor geldi dediler. Hemen limana koştuk. Hakikaten gelmişti. Motor sahibi rahmetli Karatüfek ile konuştum." Öğleden sonra sanırım gidebiliriz" dedi. Meset öylebir yer ki; sanırım 1960 yılı içinde Ömer Sami Coşar orada kalıp bir yazı hazırlamış. Orası için "Gardiyansız Hapishane" başlığını kullanmış. Görünce anladım, hakikaten öyle bir yermiş. Karadan yol yok. Zorunlusun denizden gitmeye.

Eşyalarımı motora yükledik. Motor yine sallanıyor. Ben deniz yolculuğuna alışık değilim. Motor limanı çıkarken başladı sallanmaya. İçerdeki insanlar " denizin kötü" olduğundan, "belki yarı yoldan geri dönülebileceği"ni konuşuyorlardı. Bu arada benim başım yavaş yavaş dönmeye, içimin hafiften kabarmaya başladığını hissediyordum. Bu arada deniz sakinleşeceği yerde gittikçe sallanma artmaya başlamıştı. Ben çok pişman oldum bindiğime ama iş işten geçmişti. Başım dönmeye, midem boşalmaya başladı. 10 deniz mili uzaklıktaki yer normalda iki saatte alınırmış ama bizim yolculuk kaç saat sürdü bilemiyorum, nihayet " Meset 'e geldik" dediler. Halk sahile toplanmış motoru bekliyorlar. Kaptan telaşlı " acaba karaya çıkabilirmiyim " diye. Hatta kendi aralarında " Tekrar geri dönelim"i düşünüyorlar. Sonuçta sahile yanaştılar. Kaptan halatı sahile fırlattı. Sahildekiler denize girerek halatı yakaladılar. Tamamen ıslandılar. Halatı cenderelere bağladılar. Bu arada da bizim motor sağa sola yalpa yapıyor. Vatandaşlar karada imece usulü ile motoru karaya çektiler. Benim durum içler acısı. Sarhoş gibiyim. İlk defa buraya geldim. Köye gitme durumum yok. Oradaki insanlar sayesinde eşyalarımı indirdik. Bir kahve üstünde otele ! benzer bir yere gelip uygun yerine eşyaları koyduk. Sabahı beklemeye başladık.

22 Aralık 2007 Cumartesi

BAYRAM BEY

Bayram sevincinin tüm çocukları etkilediğini biliriz. Bizler de bayrama hazırlanırken mutluluğumuz doruğa ulaşırdı.Bayram için babamızın aldığı bir çift soğukkuyu lastik bizi havalara uçururdu. Geceleri onunla yatağa yatardık.Ya da annemizin yünden ördüğü yün çoraplar, basit bir giysi ile çok mutlu olurduk.

Arife günü akşamı annemiz bizleri bir güzel yıkardı banyo dolabımızda. Köyümüzdeki evimizin bir duvarının ortasında büyük bir ocak, ocağın iki yanında da birer dolap bulunurdu. Dollaplardan bir tanesine ekmek ve diğer yiyecek malzemeleri konulur, öteki dolap da banyo olarak kullanılırdı. İşte o dolapta yıkanır tertemiz olurduk.

Bayram sabahı erkenden kalkar, yeni ve temiz elbiselerimizi giyer camiye giderdik. Namazdan sonra cami önünde Bayramlaşma olurdu. En baş tarafa köyün en yaşlı adamı durur, ondan sonra yaş sırasına göre büyükten küçüğe doğru eller öpülerek en sona en küçük geldiğinde bayramlaşma biter, imamın yapacağı bir dua ile tören sona ererdi. Sonra büyükler evlere giderlerdi. Evde hanımların hazırladığı yemekler bir siniye konularak köy meydanına getirilirdi. Bu yemekler sofralar oluşturularak getirenler ve misafirler varsa onlarla birlikte yenirdi.

Sıra akraba, dost ziyaretlerine gelirdi. Her çocuk kendine göre grup edinir, onlarla ev ev dolaşırlardı. Bu dolaşma işi çocuklar gibi büyükler tarafından da yapılırdı. Gittiğimiz her evde sofra kurulurdu. O yemekten mutlaka yemek durumundasın. Eğer yemeyecek olursan bir nev'i o aileyi küçümsemiş olursun . Aile de başlardı söylenmeye : "Tabii biz fakiriz, bizim yemeğimizi beğenmezsiniz" diye.

Her yemekten az da olsa yerdik. Bunun acısın sonra çekerdik.Midemizin kapasitesi belli. Yediğimiz yemekler belli. Akşama doğru bir mide bulantısı, bir ishal bizi güç durumlara sokardı.
İşte yemekten sonraki yaşanan bu duruma bizde "BAYRAM BEY" derlerdi. Bu duruma pek çoğumuz yakalanırdı.

Yıllar oldu, köyümüzdeki bayramlara gidemiyorum. Her ne kadar gidemezsek de bu yaşadığımız bayram anıları aklımızdan çıkmıyor. Bu anıları tekrar yaşamak istiyorum.

18 Aralık 2007 Salı

SİGARA

Özenti, çoğu zaman kişileri olumsuz yönde etkiliyor.Belki de daha okula başlamadan önce, karşımızda sigara içen büyüklerimizin sigaralarını tüttürmeleri beni çok etkiledi ki arkadaşlarımla ilk denemelerimizi üzüm yaprağı yada bez parçalarını, gazete kağıtlarına sararak içmiştik. Onun ne kadar acı olduğunu anlayıp vazgeçmiştik. Bir yada iki kere de sigara izmaritlerini içmiştik. Bir daha ilkokul döneminde sigara içmedik.

Sanırım orta ikinci sınıfta idik. Arkadaşımın almış olduğu Kulüp sigarasından içmek istedik. Okulumuzun yanında bir bahçe vardı. Badem ağaçları ile doluydu. O ağaçlar arasında içerken birden Okul Disiplin Kurulu Öğrenci üyesi ağabey ve yanındakiler yanımıza gelmez mi..Çok korktuk. Çünkü bizleri disiplin kuruluna verir. Belirli bir süre okuldan uzaklaştırabilirdik. Bunun yanında da babamızın vereceği ceza daha da kötü olurdu. Bize fırça atarak bir daha yapmamamızı söyledi. Elimizdeki sıgarayı aldı ve bizi oradan kovaladı. Biz uzaklaştık. Sonra dönüp baktığımızda o kurul üyesi ağabey de arkadaşları ile sigara içiyordu..

Lise yıllarımda asla sigara içmedim.Öğretmenliğe başladığım yılda, Ankara ve İstanbul'da çalışan köylüler bire ikişer paket sigara getiriyorlardı. İçmiyorum desem de bir tane ile birşey olmaz diyerek sigara içmeye başlamış oldum.

Kastamonu'da o zaman Merkez Kahvesi vardı çarşıda. O civarda gezerken aniden karşıma, çok saygı duyduğum, sevdiğim Fizik Öğretmenim Hasan Bostancı Bey çıktı. O da beni çok severdi. Mutlaka sohbet ederdik. Elimde sigara vardı. Atsam görecek.Çünkü içmediğimi biliyordu. Onu hayal kırıklığına uğratamazdım. Hemen sigaranın yanan tarafını elimin içine aldım. Elimi cebime soktum. Hocam yanımda idi. Elini öptüm. Başladık sohbete. Arasıra göz ucuyla elime doğru bakıyorum.Yavaş yavaş duman çıkıyordu. Elimi içeride sallayarak dumanın çıkmasını engellemeye çalıştım ama nafile. Sonunda hocamla vedalaştık.

Hocam gittiğinde elimi cebimden çıkardım. Ne göreyim ! Elimin ortası sıgara ateşinden yanmıştı. O acıyı unutamadım. Hala da öğretmenlerimin yanında sigara içmem. Demek ki bizleri iyi yetiştirmiş öğretmenlerimiz. Bizler, onlar gibi başarılı olamadık.

Benim sigara içmem 17 ocak 1995 yılı KOBE depremine kadar sürdü. O gece bir nefes darlığı oldu. Zor sabah ettim. Doktor, sigara içilen yerde durma dedi. O günden, şu zamana kadar ASTIM tedavisi görüyorum.Şimdi sigara içtiğim o günlere yanıyorum.

13 Aralık 2007 Perşembe

ASPIRAS


Köyün batı tarafında suyu gür iki çeşme vardır. Birisinin adı Kavak Pınarı, diğerinin adı ise Aslanı (Aslanlı) dır. Aslanı'nın suyu daha gürdür. Yanında su olukları, çamaşır yıkamak için düz 1-2 m2 civarında taşlar vardır. Bu taşlar üzerinde köylü kadınlarımız çamaşır yıkarlardı. Su oluklarında ise buğday, arpa, fiğ gibi tahıllar yıkanırdı. Bu çeşmeye Aslanı ( Aslanlı) denmesinin nedeni orada bir Aslan Heykeli'nin bulunması idi. Ama şimdi o aslan yok. Bizim küçüklüğümüzde o zaman ki büyüklerimizin anlattıklarına göre heykel ile oyun oynar, onun sırtına binerlermiş. Sonra şehirden bir araba gelmiş, alıp götürmüşler. Şimdi o Aslan Heykeli Kastamönu Müzesi bahçesinde bulunuyor. Yanında da Tosya'dan getirildiğini yazıyorlar. Köyümüzün adı yok.

Bunu neden yazdığıma gelince; Eskiden köyümüzde yüksek kademeden birilerinin bulunduğunu söylemek istiyorum.

Kastamonu'da okurken bir Gözlüklü Teyze vardı. Çok ekmeğini yedim. Kabrinde rahat etsin, O'nun beyi Abdullah Amca emekli komserdi. Konuşmamızda nereli olduğumu sordu. Bende Tosya'nın Aspıras (Kayaönü) köyünden olduğumu söyleyince bizim de bildiğimiz öyküyü anlattı.

Zamanında köyümüzde Paşa yaşarmış. O da köylüler gibi çiftçilik yapar, hayvan beslermiş. Hayvanlar sıraya göre tüm köylüler tarafından güdülürmüş (otlatılırmış). Sıra Paşa'ya gelmiş. Köylüler Paşa'ya " Haydi sıra sende" diyerek hayvanları otlatmasını istemişler. Paşa ne kadar gitmek istemese de mecbur kalmış. Sabahleyin almış eline sopayı, sırtına azığını, katmış önüne hayvanları otlatmaya götürmüş. O gün akşamı etmişhayvanlarla. Sığırları akşam teslim ettikten sonra köylülere bir duyuru yapmış. Bu duyuru da "Yarın kimse bir yere gitmeyecek, köy meydanında toplanacaklar" demiş. Sabah köylüler toplanmış meydanda. Paşa'yı çobanlık için zorlayanları bir yere toplamış. Bir darağacı kurdurmuş. Başlamış astırmaya. As, as, as bire as, AS BİRE AS diyerek elebaşıları astırmış. Köyümüzün adı da buradan gelmiş. Böylece ASPIRAS olmuş.
(Resimde Aslalı'nın bulunduğu yer görülüyor.)

Bu ad hep böyle söylenir. Biz adından memnunduk ama memnun olmayanlar değiştirdiler. Bir tarihi de tarihe gömdiler. Bana bu olayı devlet görevlisi anlatmıştı.

11 Aralık 2007 Salı

ÜTÜ

Ortaokulda okumaya başlarken babama köylülerim nasihatta bulunmuşlar "Sakın oğluna fazla para verme, iyi elbiseler alma, yoksa okumaz." diye.Babam da rahmetli, köylümüzün bu öğüdünü sonuna kadar tuttu. Evde kalıyordum annemle (Babam 2 evli idi.). Babamın verdiği harçlık 175 - 250 kuruş arası değişirdi. Elbise ketenden, ayakkabı lastikti. Bir ailenin yanında bir odada kalırdık. Orada yer, orada yatardık. Yakacaklar ve kuru yiyeceklerimiz köyden gelirdi.

Benden 4 yaş büyük ağabeyim köyümüzden beygirimize bir yük odun yükleyerek bize getiriyor. Odun getirmek yasaktı Tosya'ya. Bize yaklaştığında orman muhafaza memurları ağabeyimi odun ile yakalıyorlar. Beygirden odunları indirip Orman Müdürlüğü arabasına dolduruyorlar. Ağabeyim ne kadar uğraştı ise de başarılı olamamış. Üstelik birde odunla dövmüşler. Bize geldiğinde durumu anlattı. Komşular Orman Müdürü'ne gidin dediler. Durumu anlatınca geri verir dediler. Gittik ama içeri giremedik. Ya yine döverler ise diye.

Yarın 23 Nisan. Bugün elbiselerimizin temizlenip ütülenmesi gerekir. Bizde ütü yok. Zaten bir elbiseyi aldığımızda ütülü görür, bir daha ütü yapmazdık. Köyümüzde gelenek böyleydi herhalde. Ev sahibi kadının ütüsü de yoktu. Komşuda varmış. Annem istedi ütüyü ödünç olarak. Komşu vermedi. Ev sahibi kadın pantolonu yatak altına koyarak ütülememizi söyledi. Bizde öyle yaptık.Annem yemenisini bir güzel ıslattı. Pantolonu düzgün bir şekilde yere serdik. Annem bir güzel sildi, temizledi, üzerine yatağı serdik ve yattık. Sabahleyin heyecanla pantolonu yerinden alıp giydim. Birde ne göreyim Pantolonun dikiş kısımları ütülenmiş, yani kesen tarafı olmuş. Ön ve arka tarafları dümdüz. Ütülü kısımlar birbirine değiyor. Tekrar çıkarıp ütülü kısımları yok etmeye çalıştık. Yine de biraz kaldı.

O gün gözüm ve aklım hep pantolonumun ütüsündeydi.

9 Aralık 2007 Pazar

Bir Anı

1959 yılı. İlkokul bitecek. Rahmetli annem benim mutlaka okumamı istiyor. Köy işlerinin ağır olması nedeniyle benim zorlanmamı istemiyor. Daha rahat bir yaşam sürmemi istiyor. Babam göndermek istemiyor. Kendisine köyde yardım edecek insan istiyor. Annem öğretmenim Nihat UNCU Beyi devreye soktu. Babam öğretmenimi kırmadı ve beni Tosya'daki ortaokula yazdırdı. Orada bir tanıdığın yanında kalmaya başladım.

Okulun ilk günü derse girdik. Etrafımdakilerin hepsi yabancı. Hiç tanıdık bir kimse yok. Şimdi rahmetli oldu, Savaş adında bir arkadaşın yanına oturdum. Köyümde bülbül gibi idim. Şehire gelince sesim çıkmaz oldu. Dersimiz Türkçe ve sınıf çğretmenimiz sınıfa girdi. Hep birlikte ayağa kalktık. Bizlere " Günaydın " dedi. Bizlerde tekrar ederek yerimize oturduk.

Kendisini Tanıttı rahmetli öğretmenimiz. -" Ben Melahat PAMUKÇU. Sınıf öğretmeninizim. Türkçe ve İngilizce derslerinizi birlikte işleyeceğiz" diyerek bir konuşma yaptı. Sonra bizlerin hangi okuldan geldiğimizi ad ve soyadımızı söyleyerek bildirmemizi istedi. Sıranın başından sonuna doğru arkadaşlar başladılar okul adı ad ve soyadları söylemeye. Bunların hepsi bana kadar Tosya'nın içinden gelen arkadaşlar. Sanırım o zaman merkezde 5 ilkokul vardı. Sıradakiler ad, soyad ve bir okul adı söylediler. Bu arada ben içimden düşünüyorum ne diyeyim diye. En sonunda sıra bana geldi. Ayağa kalktım. Adımı soyadımı söyledikten sonra - Atatürk İlkokulu'ndan geldim - dedim. O okuldan gelenler bana doğru baktılar . Ben anladım hata yaptığımı. Çünkü benden sonraki arkadaşlar başladılar köyün adı ile birlikte adlarını söylemeye. . . .

Aradan yıllar geçti. Bu anımı hatırladıça bir heyacan, bir ürperti duyarım.

4 Aralık 2007 Salı

Benim Hakkımda















31 Ocak 1948 doğumluyum. Babamın adı Osman, annem Şerife'dir. İlkokulu Kayaönü (Aspıras), ortaokulu Tosya, Lise öğrenimini Kastamonu Abdurrahman Paşa, Öğretmen okulunu Göl İlköğretmen Okulu'nda tamamladım. İki yıllık Önlisansı tamamladım. 30 yıllık çalışmamdan sonra emekli oldum. Şimdi İstanbul, Büyükçekmece, Tepecik'te yaşıyorum.