27 Ocak 2008 Pazar

MOTOSİKLET

Her çocuğun hayali bisiklete sahip olmaktı. Tabii benimde öyleydi. Ortaokulda okurken 5 dakikası 25 kuruştan bisiklete binerek sürmeyi öğrendik. Daha çok binmek isterdik ama parasal sorun vardı. Ortaokuldan sonra bir daha hiç binmedim.

İnebolu’da şimdi rahmetli Abdullah ağabeyin motosikletinin arkasına bir kere bindim. O zaman çok hoşuma gitti. Motosiklet almaya karar verdim. İkinci el almayı düşündüm, çok para istediler.Yenisi daha ucuza gelir dedim, onu almaya karar verdim."Devrekani’de bayii var” dediler. Telefonla ulaştım. Fiyatını sordum. Onbirbin beşyüz lira olduğunu söylediler. Siparişini verdim. Denilen gün oraya gittim. Param biraz noksandı ama sağdan, soldan tamamladım. Bayiinin önünde PLANET marka kırmızı renkli motosiklet beni bekliyordu. Parayı verdim. Satıcı, sürmeyi bilip bilmediğimi sordu. Ben de binebileceğimi söyledim. Önce benzin almamı söyledi. Ben de benzinliğe kadar yardımcısının götürmesini söyledim. Sadece vitesin 1 aşağı, 2,3,4’ün yukarı olduğunu duymuştum. Motosiklet yanımda çalıştırırken iyice dikkat ettim. Onu öğrendim. Benzinliğe gidip benzin aldık ve içine ne kadar yağ konacağını da öğrendim.

Yardımcı bana, “Haydi, geç direksiyona, ben arka tarafa bineceğim” dedi. Ben de bir heyecan ki sorma gitsin. Titreyerek bindim. Yanımdaki de arkada. Vitese takıp hareket ettim. Sağa, sola yalpalamalar başladı. Yolun tretuvar çıkıntısına ön teker değerek gidiyorum. Bu arada arkadaki adam atlayıp gitti. Ben direksiyonu nasıl düzelttim bilmiyorum. Satıcının dükkanını önüne gelip durduğumda içimden bir “ooh” çektim. O ara, arkadan atlayarak inen de geldi. Patrona “- Patron, sakın tek başına gitmesin. Birisini bulunupyollayalım. Tek başına gidemez. Mutlaka bir kaza yapar” dedi. Patron da aynı şeyleri söyleyerek bana yardımcı olabileceklerini söylediler. Kendimin, yalnız gidebileceğimi söyledim. “Paranın hepsini ödediğime göre gözün arkada kalmasın” dedim. Yola koyuldum tek başıma.

Devrekani- İnebolu arası sanırım 80 km.ye yakın. Bir ve ikinci vites ile yol almaktayım. Küçük bir taşıt gelse dahi yolun sağına çekip duruyorum. Taşıt geçtikten sonra ilerliyorum. En çok korkum arkadan gelen taşıtlar. Onların beni geçerken bana çarpmalarından korkuyorum. Korkular içerisinde 20 km. geldim ve mola verdim. Hem kendim dinleneceğim, hem de motor soğuyacak. Çünkü fazla sıkıştırmamam gerektiğini söylemişlerdi.

Bu tarih 1972. O zamanın Bilhassa Küre- İnebolu arasındaki yolu bilenler, yolun ne kadar kötü olduğunu hatırlarlar. Yol dar. Kenar uçurum. Allah göstermesin, bir yoldan çıkarsan yamaçtan aşağı, doğru dereye. Orada da kalmazsın, soluğu denizde alırsınız. Oldukça da dar. Çok sevdiğim arkadaşım Fuat Şafak, 1976 yılında İstanbul’dan Murat 124 aldı. Ertesi günü Ağabeyi ile İnebolu’ya gelecekler. O gece sabaha kadar uyku girmemiş gözüne. “Küre İkiçay köprüsünü nasıl geçeceğiz” diye. Küçük, dar ve hemen viraj başlayıp yol dikine devam ediyor. Halbuki o köprüden tırlar bile zor da olsa geçiyor.

İnebolu’ya 10 km. kadar kaldı. Dik bir yoldan aşağıya doğru iniyorum. Önüm keskin viraj. Aşağıdan yukarıya doğru bir kamyon yavaş yavaş geliyor. Üzeri brandalanmış. Ağır yükü var. Ben hemen sağ tarafa çekilip durmak istedim. Vitesi boşa alıp frene basmaya başladım. Ön fren de tam tutmuyordu. Motor kayarak yana doğru beraber yattık. Kamyon iyice yaklaşmıştı. Ben, durdurduğumu hatırlıyorum ama nasıl olduğunu hala anlamış değilim. Sürücü yanımdan geçerken bana–“Üşüttün mü arkadaş” dediğini işittim. Kamyon gitti, ben ayağa kalkıp motoru doğrulttum. İniş aşağı olduğu için bir türlü tutamıyorum. Ter içerisinde kaldım. O zaman pişman oldum taşıtı aldığıma ama iş işten geçti. Çalıştırıp zor da olsa bindim. Yine bir ve iki ile yola devam ettim. Eve vardığımda üçbuçuk saat geçmişti aradan. Normal minibüslerle iki saatte ulaşılan yolu ben ancak belirttiğim saatte ulaşabildim. Toz, toprak içerisinde kalmıştım. Evimizdekiler de hem sevindiler hem de niçin yalnız geldiğim için beni fırçaladılar.

Başımdan geçen ilginç motosiklet anılarımı ikinci yazımda anlatacağım.

22 Ocak 2008 Salı

Benzetmek

İnsanların dış görünümleri ile çift yaratıldıkları, kişilerin pek çok benzerlerinin bulunduğunu biliyoruz. Dalan’la ilgili anılarımı anlatmıştım. Şimdi anlatacaklarımın yanında çok hoşuma giden bir fıkra yazacağım.

Çankırı ili Orta ilçesinden Ankara’ya gideceğim. Saatı geldi, küçük minibüse bindik. Beni arkada bulunan koltuklardan birine oturttular. Sıkış sıkış oturduk. Yolculuk devam ederken yanımdaki yaşlı adam bana dönerek;
- “Evladım, baban ne yapıyor ?” dedi.
- “İyi be amca, ne yapsın köyde uğraşıp duruyor” dedim. Birden adama dönerek;
- “Amca, babamı nereden tanıyorsun” dedim. Adam;
- “Nasıl tanımam babanı” dedi. “Her hafta görüşüp konuştuğum adam” .“Hatta seni geçen hafta evlendirdi. Adın Cafer değil mi” dedi. Ben iyice şaşırdım. Adama;
- “Amca, ben Tosya’lıyım ve halen de bekarım, adım da Mustafa” dedim. Adam;
- “Hadi lan sende, sen Kanlıca’dan (Adını şimdi anımsayamadığım ) filancanın oğlu değil misin ?” dedi.
- “Hayır, değilim” dedimse de adamı ikna edemedim.
Köye geldiğimde köylülere durumu anlattım. Tanıyan kişiler gerçekten tam olarak benzediğimi söylediler.

Kastamonu otogarında, ilçemize gidecek minibüsün kalkış saatini bekliyorum. Baktım, ilerideki bankta bizim Mehmet Büyükçağlayan oturuyor. Halinden dalgın olduğu anlaşılıyor. Arkasından yavaşça yaklaştım. Gözlerini kapattım iki elimle. Arkadaş saymaya başladı;
-“Hasan !”,
-“Kamil. !. . .” diye.
Ben bu ara sen tonundan şüphelendim. Acaba ? dedim. Elimi bıraktım, karşısına geçtim. Baktım ki bizim Mehmet değil. O an ne kadar kötü duruma düştüğümü anlatamam. Özür dileyerek yanından ayrıldım. Adam anlayışla karşıladı ama gel bana söyle durumumu.

Şaplak

Adamın biri sinemaya gider ve bir koltuğa oturur. Tam sinemada film başlayacağı sırada önüne saçını kazıtmış, iri yarı bir adam oturur. Aksilik, filmin ışığı adamın çıplak kafasına vuruyor ve oradan bizimkinin gözlerine yansıyor. Filmi düzgün izlemesini engelliyor. Adam içinden “Şunun ensesine bir kondurayım şamarı” diyor ama adam iri yarı olduğu için korkuyor. Bu arada yanına Temel gelip oturuyor. Temel’e dönerek;
-Temel, şu adamın ensesine bir şaplak vur, sana 5 YTL vereceğim” der. Temel dayanamamış, yaradana sığınıp bir bir şaplak patlatmış adamın enseye ve devam etmiş; “Ula Hasan, sen burada miydun” demiş. Adam dönüp, “ Ne hasan’ı kardeşim,” der. Temel “ Pardon kardeşum” der . Yerine oturur ve 5 YTL sini alır.

Adam dayanamaz, Temel’e dönüp;” Bir tane daha vur, sana 10 YTL vereceğim” der. Temel bir tane daha vurup devam eder ; “Hasan, sensin be, yeme beni” der. Ada; “Hasan değilim be kardeşim” der, oradan uzakta bir koltuğa gidip oturur. Parasını yine alır.

Temelin yanındaki adam işi gücü bırakıp çıplak kafalı adamı arar. Oturduğu koltukta adamı görür ve Temel’e göstererek “Sana cüzdanımdaki bütün paraları vereceğim. Bir şaplak daha vur” der. Temel hemen, kafasını kazıtmış adamın arkasına geçer ve olanca hızıyla bir şaplak daha patlatır. Devam eder “ Ula Hasan, burada miydun ? Ben bir saattir şu arkadaki adamı sen sanıp ensesine vuruyordum” der.

18 Ocak 2008 Cuma

Köprüyü Yuttum





Siz hiç birine benzetildiniz mi bilmem ama ben benzetildim. 1984 – 1989 yılları arası İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapan Sayın Bedrettin Dalan’a. Gerçekten de epey benziyorum kafamın dış yapısına göre. Bu benzerliği ilk defa Çatalca’da bir zabıta memuru fark etti o zaman.

Ankara’dan misafirlerim gelmişti. Onlarla birlikte Çatalca’nın İnceğiz köyü mağaralarının bulunduğu yere pikniğe gittik. O gün akşama kadar yiyip, içip eğlendikten sonra akşama doğru arabalarımıza binerek yola çıktık. Köy yolundan anayola inerken yol ağzında trafik polislerinin, araçları ve sürücüleri kontrol ettiklerini gördüm. Önümüzde epey taşıt durdurulmuştu. Durumlarına göre hareket ediyorlardı. Ceza yazılanlar da oldu. Sıra benim ve arkamda bulunan misafirlerin bulunduğu arabalara geldi. Polis bana doğru geldi!.. Beni görünce, gözlerinde bir parlama! oldu ve;
- Aman Allah’ım !.. dedi. Ben de;
- Öyledir, dedim. Çünkü benzetildiğimi anlamıştım.
- “Buyurun Sayın Başkanım”, diyerek bana ve yanımdakilere yol verdi. Bu sayede kontrolden kurtulmuş olduk.

Okula lokum getirdi bizim sevdiğimiz M. Soydeğer adındaki arkadaş , öğretmenler ve öğrencilere ikram olsun, diye. Benim acele bir işim vardı o sırada. İki tane lokum alıp ağzıma attım ve gideceğim yere gittim. Biraz sonra ağzımda bir boşluk hissettim. Ağzımda bulunan dört dişlik köprü uçup gitmiiiş. Maalesef lokum köprüye yapışmış, kendisi ile birlikte köprüyü de alıp mideye götürmüş. Ertesi günü Bakırköy Devlet Hastanesine gittim.

Dahiliye bölümünde sıraya girdim. Bu arada bir hemşire beni süzüyor. Önce aldırış etmedim. Sonra yine göz ucuyla kontrol ettim, yine bana bakıyor. “Acaba” diyorum, “ Hoşuna mı gittim”, diye düşünüyorum. Ben bakarken kendisi gözlerini kaçırıyordu. Hep bakışmalarla geçti vakit. Muayene başladı. Benim Hariciye bölümüne gitmem gerekiyormuş. Oraya gittim. Kapıyı tıklatıp içeri girdiğimde yine o hemşire ile karşılaştık. Bana “ Ya arkadaş” dedi. Ben durumu ancak o zaman anlayabildim. “Tamam, tamam, beni benzettiniz değil mi” diyerek . “ Dalan mı ?” dedim.” Hay Allah”, dedi. Doktora “Doktor Bey, bu arkadaşın işini hemen hallediverin” dedi. Durumu anlattım. Acil olarak film çektirildi ve kalın bağırsakta “köprü” göründü. Yapılacak bir şey yok diyerek beni gönderdiler. Köprünün ne zaman ve nasıl çıktığını anlayamadım.

Ünlülere benzemek gerçekten çok güzel. İstanbul’da yürürken pek çok kişi arkamdan “ Dalan’a bak”, “Dalan geçiyor” derlerdi. Ben de kendi halimce mutlu oluyordum.
.

13 Ocak 2008 Pazar

ZAMANIMDA ÖĞRENCİLİK

Nasıl şimdiki öğrencilerin işi ders çalışmak, dershaneye gitmek, sınavları kazanmak ise, 1960'lı yıllarda da köylü öğrencinin görevi çalışmaktı. Nasıl bir öğrenci olduğumu, bir sene yıl içinde neler yaptığımı yazmak istiyorum.

Mayıs ayı sonlarında ya da haziran başında okullar tatil olurdu. Tatil ertesi köyümüzün yolunu tutuyordum.O gün misafirlik çıkar. Ertesi günü sabahı azığını torbana koyarak önüne öküzlerini alır otlatmaya gidersin. Bu durum birkaçgün devam eder. Bu arada beş altı arkadaş birleşirsin. Bir sabah kilimini, azığını sırtlanıp, öküzlerini önünüze katarak doğru ormana. O gün en az bir ay konaklayacağın yeri yaparsın. Yıkılmış ağaçlardan, bir yerin etrafı çevrilir. Eğer o ağaçlar yetmezse canlı ağaçlarda kesebilirsin. Bu yerler genellikle köknar ağaçları altlarına yapılır ki yağmur yağdığında ıslanma olmasın diye. Bunun yanında bizlerin yatacağı yerinde düzenlenmesi gerekiyor. Etrafını kapatacaksın ki gece rüzgar akımından korunman lazım, yoksa hasta olursun. Onun için köknar dalları ile yan tarafların kapatılır. Altına bu dallardan epey döşersin ki yumuşak olsun. Üzerine de getirdiğin kilimi bir güzel yayarsın, oldu kaba bir yatak. Yatağın ön tarafına ateşini yakarsın. Isınma ve aydınlanma teşkilatını düzenlemiş olursun.

Sabahları ocakta kalan közler üzerinde hamurlu (bazlama) ekmeğini bir güzel ısıtırsın. Yanında da dereden aldığın su ile nefis bir kahvaltı yaparsın. Gerçekten bu kahvaltı o kadar tatlı olur ki anlatamam. Gün boyu topladığımız kır mantarlarını da közde pişirirsin. O da başka bir güzellik başka bir tat verir ağzımıza .

Bir akşam, üzerinde yattığımız yatacak yerin, altını üstünü daha kalınlaştırmak için köknar ağacından dal kesmemiz gerekiyordu. Yanımda da şimdiki köy muhtarımız Ömer var. O birşeyler yaparken ben de köknar ağacına çıktım. Yanımda da balta. 4 - 5 metre çıktıktan sonra baltayı bir dala astım. Ayaklarımı ve duruş biçimimi ayaralamak istedim. Ayaklarımı düzgünce bastım. Ellerimle körpe olan iki daldan tuttum. Tam kesmek için baltaya uzanırken!... tuttuğum dallar koparak elimde kaşdı. Bastığım dallar kırıldı. Doğru aşağı. Öyle bir yer oturdum ki yere! ses, soluk kesildi. Nefes alamıyorum. O anda dünyam karardı. Konuşamadım.Epey zaman sonra yavaş yavaş nefes almaya başladım. Ayağa kalktım. Birde ne göreyim! düştüğüm yerin bir karış gerisinde otuz kırk cm. yüksekliğinde gövdesi kesilmiş köknar ağacının kökü var. Eğer onun üzerine düşmüş olsaydım, gerisini siz düşünün..

Harman zamanı ormandan köye iniyoruz. Biçilmiş ekinleri harmanda saman haline getir, içinde arpasını, buğadını ayır. Tabii bu işleri evin diğer fertleri ile birlikte yaparsın. O güneş altında düven üzerinde ekin saplarının üzerinde dönerek ilerlemek bir azaptır. Bu süre, hemen hemen bir ay devam eder. Babam, diğer köylülerimize göre daha erkenci idi. Harmana erken başlar, erken bitirirdi. Harman bitiminde bağ bekçiliği başlardı. Meyveler ve üzüm olğunlaşmaya başlardı. Onları beklemem gerekiyor. Bu bekçilik tek başına oluyor. Oyun oynayacak arkadaşın yok. Bulunduğun yerden ayrılamazsın. Bu durum meyvelerin toplanmasına, üzümlerin kesilip pekmez yapılmasına kadar devam ederdi.

İçimden, durumuma epey üzülürdüm. Hiç oyun oynayamadığım, arkadaşlarımdan uzak olduğum için. "Keşke babamın durumu daha aşağı olsaydı da ben de diğer çocuklar gibi bol bol oynasaydım" diye.

Bekçilik biter, okul başlar. Yine aynı olaylar, aynı şekilde devam ederdi.

6 Ocak 2008 Pazar

ÖLÜM KORKUSU

Siz hiç ölüm korkusu yaşadınızmı bilmem ama ben yaşadım. Şimdi onu anlatacağım.

Yine Ortaburun köyünde öğretmenim. Bir sabah traş oldum, okula gideceğim. Aynanın karşısındayım. Dişlerime bakarken ağzımı açtım, dilimi kontrol ediyorum. Birde ne göreyim!.dilimin arka sol üst tarafında mercimek büyüklüğünde bir şişlik. Elimle baktım, bir acı yok. "Her halde ısırmışımdır yada yediğim acı böyle yapmıştır" diye düşündüm. Artık aklım hep orada idi. Bu şişlik bir hafta sonra nohut kadar oldu. Kafayı taktım bu duruma. İnebolu, köye çok uzakta. Aybaşını beklemeye başladım doktora gitmek için. İkinci hafta fındık kadar büyüdü. Son hafta ceviz kadar oldu. Aybaşında tam oniki saat yürüyerek ilçeye gittim.Yarı yol olan Hızaryanı'nda araba bazen bulunurdu ama geç kaldığım için arabalar gitmişti. Oniki saat yürümenin ne olduğunu yürüyen bilir.

Sabah Op.Dr. Erdoğan Alpay'ın muayenehanesine gittim. Kendisi ile sık sık görüşürdüm. Dr., eli ile bir kontrol etti. Bana "Hocam hastaneye git, enjektör ile bir kontrol edelim" dedi. Ben oradan ayrılarak hastaneye gittim. Giderken de kendi kendime " Herhalde içinde iltihap var, onu çekecek " diye düşünüyordum. Sonunda Erdoğan Bey geldi. Muayene odasına beni aldı. Hemşirelerden enjektör istedi. Dilimin şiş olan yerine iğneyi soktu, çekmeye başladı. Çıkarıp tekrar tekrar çekmeye çalıştı. Sonuç nafile. Hiçbir iltihap yok. Bana ; "Hocam, seni Ankara yada İstanbul'a göndermem lazım. Hangisini istersin" dedi. Ben de Ankara'da daha çok tanıdığım olduğu için " Ankara " dedim. Benim sevk kağıdıma yazdığı hastanenin adını okuduğum zaman dünyam yıkıldı. Hastanenin adı Ahmet Andiçen Kanser Hastanesi idi. O mübarek sözcük beni o kadar kötü etti ki anlatamam. Dr., "Hastanede konulan teşhisi kendisine tel ile bildirmesini rica etti . Ben de kabul ettim.

İşlemlerin tamamlanmasından sonra bilet alarak akşam yolculuğa başladım Ankara'ya. Otobüse bindikten sonra kendim, kendimle başbaşa kaldım. Başladım konuşmaya.. Yaşadıklarım film şeridi gibi gözümün önünden geçiyordu. Ne çabuk geçmişti günler. Bu hastalık niçin beni bulmuştu bu genç yaşta. Hanımım ile nişanlıyım. O yaz düğünümüz olacaktı. Nişanlım bu durumu duyarsa ne tepki verir di. Acaba yaza kadar yaşayabilir miydim. Bu arada otobüs Gerede'ye varmadan sanırım adı Uzungöl denilen yerde yemek molası verdi. Aşağıya indiğimizde birde ne göreyim! Taksi üzerinde bir tabut. Ölüyü memleketine götürüyorlar. Orada bir daha yıkıldım. Kendimin de o şekilde gideceğimi hayal ettim. Yalnız şunu söyleyeyim: hiçbir ağrı, sızı yok.

Akşam otelde kaldım. Işıkları söndürmeden yatmaya çalıştım. Sabah hastanenin yolunu tuttum. Cumartesi, pazar tatil olduğu için "pazartesi" gelmem söylendi. Belediye hastanesinde bir akrabam vardı Ahmet abi. Oraya gittim. Kendisi orada imiş. Durumu anlattım. Beni nöbetçi Dr.'a götürdü. Dr. kontrol etti. " Ameliyat olman lazım" dedi. Ben daha kötü oldum. Gidici olduğumu tam olarak anladım.

Pazartesi hastanede muayene oldum. Kan tahlilleri, parça etler alındı. Teşhis FİBROM idi. Ancak yarın Üniversite Konseyi toplantısına girmem gerekiyormuş. Başladım yarını beklemeye. Teşhisin ne anlama geldiğini merak ediyorum. Bu arada fibrom u Erdoğan Bey'e tel ile yolladım.

Ertesi gün konsey toplandı. Sıra bana geldi. Beni muayene edn Dr. Eser Bey, tuttuğu notları yetkililer anlatıyor. Onlar da dinliyor. Sonunda Baş hoca geldi, eli ile kontrol etti. "Fbrom" dedi. Diğerleri de sıra ile kontrol etti. Hastaneye yatmam kararlaştırıldı. Yatmaya giderken, bizi götüren hastabakıcı bana " Hocam, sen hiç korkma. Seninki kanser değil ama şu kadının ki kanser" dedi. İlk defa bende bir rahatlama oldu. Sanki o hizmetli bana yaşamımı geri vermişti. Hastanede yatarken fbrom'un (iyi huylu ur ) olduğunu öğrendim.

Ameliyattan sonra bana üç ay rapor yazacaktı dr. Kabul etmedim. 20 güne razı oldum.

Köye varır varmaz derslere başladım. O sıra Kanser Haftası başladı. Başladı sıralamaya hastalığın özelliklerini. Bende bir kuşku, korku! Ne söylense bende var. Doğru ilçeye. Oradan Kastamonu'ya kontrol sonucu " Bir şeyin yok " diyerek sinir hapı verip yolladılar. Köye gel. Yine radyodan aynı uyarı. Yine hastane, yine serepax. Sonunda Tekrar Ankara'ya havale ettirdim kendimi. Hastane taşınmış sanırım Etimesgut'a. Numune Hastanesinde Şimdi rahmetli oldu bir köylüm vardı hizmetli İsmail ağabey. Ona gittim. Durumu anlattım. O da dr.a gidip konuştu. Dr. beni muayene etti. Bana "Hocam, senin hiçbir şeyin yok. Biz bir adamın yüzünü ameliyat ediyoruz. Orasının iyileşmesi iki, üç yıl alıyor. Kaldıki senin dil, en oynak organ. Devamlı hareket ediyor. Tabii biraz acıyacak. Kafanı takma. İlaç da kullanma " dedi. O anda benim tüm ağrılarım dindi.

Son olarak şunu söylemek istiyorum : Vatandaşı basın, yayın yolu ile uyarmak iyi bir şey. Bu arada o hastalığı yaşayanın durumunu, moralini mutlaka düşünelim. Kendimin hiç bir şeyi kalmamışken çektiğim sıkıntı beni epey üzdü.

Yaşamak güzel şeymiş meğer..

4 Ocak 2008 Cuma

ORTABURUN II

Ortaburun halkı fakir olduğu kadar da gönülleri zengindir. Kendi yiyeceklerini misafir ile paylaşmayı çok severler. Komşuluk ilişkileri çok iyidir. Birbirlerine gidip gelmeleri sıkça olur.

Bir akşam, bizim eve köy muhtarı ile birkaç köylü geldi oturmak ve hoşgeldin demek için. Gelen misafirlerle sohbet ederken baktım, bizim muhtarın boynunda yün ip, elinde tığ çorap örüyor. Ben hayret içinde kaldım, çünkü benim çevremde böyle örgüleri kadınlarımız örer. Hayretle baktığımı görünce konuya açıklık getirdi: "Benim hanım, epey zamandır çorap örüvermemi söylüyordu. Bir türlü zamanım olmamıştı. Bu akşam hem Öğretmen Bey ile konuşur hem de çorabı örerim dedim" dedi. Meğer orada adet örgü işlerini erkekler yaparmış.

O akşam bizim evin sahibi Sabri amca, kestane ağacı dibinde gömülü olan kestanelerden getirdi bahçesinden. Üzerlerini bıçak ile çizdi. Yanan sobanın üzerine koydu. Üzerini tencere kapağı ile kapadı. Pişmeye bıraktı. " Yanmaz mı ? " diye sorduğumda "Birşey olmaz" dedi. Bir iki kaldırıp baktıktan sonra onları bir kaba aldı. Üzerine su serpeledi azıcık. Bir örtü ile kapatıp dinlenmeye bıraktı. Onbeş dakika sonra yemeye başladık. Öyle lezzetli kestane hiç yememiştim. Çok güzel pişmişti. Sobamız olduğu sürece öyle pişirip yemeye devam ettim.

Ev yeni sıva ve badana olduğu için duvarlar kurumadı birden. Soba çevresini ısıtıyor ama uzak kısımlar az etkileniyor ısıdan. Geceleri, ben sobadan uzakta yatıyorum somyada. Sobanın yakınında annem yatıyor rahatsız olduğu için. O ıslak duvar beni öyle hasta etmiş ki beni, felaket üşütmüşüm. Yatıyorum. Rahmetli olmuştur Mehmet amca bahçesine gitti. Üvez yaprağı toplayıp geldi . O yaprakları çaydanlığa koydu. Kaynatıp, çay gibi bana içirdi. O gece bir terledim. Sabaha hiçbir rahatsızlığım kalmamıştı. Bu arada köyün erkeklerini büyük bir kısmının adı "Mehmet" idi. Dede mehmet, oğul mehmet, torun mehmet, damat mehmet.

O zaman köylünün epey kısmının kötü bir alışkanlığı vardı. Hapçılık. Bir akşam düğün için Yukarı Ortaburun mahallesine gittik. Yemek bol. Bazı yörelerde içki içilir. Bizim bu köyümüzde ağrı kesici hap içiyorlar. En azından 15 kutu hapı bir tabağa boşalttılar. Yemek arasında birbirlerine ikram ediyorlar . Baş parmak ile işaret parmaklarının ön tarafına bir, arka tarafına iki tane hap koyup yanındakilere ikram ediyorlar. Sanırım o akşam yirmi adet hap yuttuklarına şahit oldum. "Bunlar bu gece mort olurlar" dedim, ama birşey olmadılar. Umarım şimdi bu alışkanlıklarını bırakmışlardır. Yalnız o akşam köyde hasta olan bir kişiyi konuştular. Durmunun çok kötü olduğunu söylediler. O kişi hakkında da iyi konuşmadılar. Aklınıza ne kadar kötülük geliyorsa onları saydılar onun için. Öbür dünya'da yatacak yerinin olmadığını söylediler. Aradan az bir zaman geçti gün olarak. Adam öldü. Cenaze namazına gittik. Hakkında kötü konuşanlar da orada idi. Hoca" Bu kişiyi nasıl bilirsiniz ? diye sorduğunda, hepsi birden " İyi biliriz" dediler. Ben bu işe şaşıp kaldım.

70/71 kışı orada çok ağır geçti. Şehirle ulaşım kesik. Bazen postacı gelirdi. O ara gelemedi. Ben hanımımla nişanlıyım. Devamlı yazışıyoruz. Bir ara yazdığımız mektuplar elimizde kaldı. Gönderemedik kar yüzünden. Nişanlımın bulunduğu Eleşkirt, Mollasüleyman köyünde havalar daha iyi bize göre.O eline mektup ulaşınca hemen karşılığını yazıyor. Bir ara hava durumundan mektuplaşmalar kesildi. Bir gün Yanıkdağ mahallesinden bir öğrencim iki mektup getirdi. Nişanlımdan geliyordu. Mektubu açarken, kolayca açıldığını gördüm. Zamk yeri pekmezle yapıştırılmıştı. Öğrenciye sorduğumda nedenini , birşey yapmadıklarını söyledi. Sanırım ailesi okumuş ve zamk bulamadıkları için pekmezle kapatmışlar. Mektuplardan biri normal yazılı. İkincisi ise öfke dolu. Mektup yazmadığımın sebebini soruyor. İstemezsem ayrılmayı öneriyordu. Durumu açıklayan bir mektup yazıp bilmem ne kadar sonra gönderdim de barıştık sonradan.